Mizan Tefsiri, Cilt:1

 

298 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 49-61 ......................................................

 

49- Hani sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Size kötü bir

işkence yapıyorlardı; oğullarınızı kesiyorlar, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda da, Rabbinizden size yönelik bir imtihan vardı.

 

50- Hani sizin için denizi yarmıştık da sizi kurtarmış, Firavun

hanedanını (denizde) boğmuştuk; siz de bakıyordunuz.

 

51- Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz onun

ardından, zalimler olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz.

 

52- Sonra, bunun ardından, belki şükredersiniz diye, sizi affetmiştik.

 

53- Hani belki doğru yolu bulursunuz diye, Musa'ya kitap ve

furkan (doğruyla eğriyi ayıran hükümler) vermiştik.

 

54- Hani Musa, kavmine; "Ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı)

edinmekle kendinize zulmettiniz. O hâlde, hemen yaratıcınıza tövbe

edin ve kendinizi (birbirinizi) öldürün. Bu, yaratıcınız katında sizin

için çok daha iyidir." demişti. Allah da tövbenizi kabul etmişti.

O, tövbeleri kabul edendir, merhametlidir.

 

Bakara Sûresi / 49-61 .................................................... 299

 

55- Hani siz, "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayız." demiştiniz. Bunun üzerine, sizi yıldırım kapıverdi ve siz

bakıyordunuz.

 

56- Sonra, belki şükredersiniz diye, ölümünüzden sonra sizi diriltmiştik.

 

57- Ve bulutu üstünüze gölgelik yapmıştık ve size kudret helvası

ile bıldırcın indirmiştik de, "Size verdiğimiz temiz rızklardan

yiyin." (demiştik.) Onlar, bize zulmetmediler, sadece kendilerine

zulmediyorlardı.

 

58- Hani "Şu şehre girin, nimetlerinden dilediğiniz yerde bolbol

yiyin. Kapısından secde ederek girin ve "(Rabbmiz!) Bizi bağışla!"

deyin ki, hatalarınızı size bağışlayalım. İyilik edenlere ise, (iyiliklerinin karşılığını) fazlasıyla vereceğiz." demiştik.

 

59- Fakat zulmedenler, kendilerine söylenen başka bir söz uydurmuşlardı. ["Rabbimiz! Bizi bağışla!" yerine, "Bize buğday ver!"

demişlerdi.] Biz de zulmedenlere, ha bire yoldan çıktıkları için

gökten bir azap indirmiştik.

 

60- Hani Musa, kavmi için su istemişti. Ona, "Değneğinle taşa

vur." demiştik de (vurunca) taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her bölük,

su içeceği kaynağı bilmişti. Allah'ın rızkından yiyin, için; fakat

bozguncular olarak yeryüzünde azgınlık etmeyin.

 

61- Hani "Ey Musa, biz bir çeşit yiyeceğe dayanamayız. Bizim

için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden, sebzesinden, hıyarından, sarmısağından (veya buğdayından), mer-cimeğinden, soğanından çıkarsın." demiştiniz. Musa da, "Daha iyi olanı, daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?! O hâlde, bir şehre inin;

istediğiniz, sizin için var." demişti. Üzerlerine aşağılık ve yoksulluk

çullanmıştı ve Allah'tan gelen bir gazaba uğrayarak geri dönmüşlerdi.

Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere

peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi. Bu, emre karşı geldikleri

ve sürekli sınırları aştıkları içindi.

 

300 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı." Yani kadınlarınızı, oğullarınız

gibi öldürmüyorlardı. Onları hizmet etmeleri için sağ bırakıyorlardı.

İfadenin orijinalinde geçen "yestehyûne" fiilinin mastarı olan

"istihya", "hayat istemek" anlamına gelir. Bunun "hayâ" kökünden

olması da muhtemeldir. Bu durumda şöyle bir anlam ortaya çıkar:

"Onların hayâ duygularını giderecek iş yapıyorlardı." Orijinal

ifadede geçen "yesûmûnekum", "size reva görüyorlardı" anlamındadır.

"Hani sizin için denizi yarmıştık." "Yarmak" anlamında kullanılan

"fark", "toplama" demek olan "cem'"in karşıtıdır. Fasl (ayırma) ile

vaslın (birleştirme) karşıtlığı gibi. "Fark" ifadesi, deniz için kullanıldığında "yarma" anlamını vurgular. İfadenin orijinalinde geçen

"ba" harf-i cerri, "sebebiyet" ya da "mülabeset" anlamını ifade eder.

Yani, "sizin kurtulmanız için denizi yardık." ya da "sizin denize

girmeniz için denizi yardık."

 

"Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik." Yüce Allah, Hz. Musa

ile sözleşme kıssasını A'râf suresinde şu ifadelerle anlatmaktadır:

"Musa ile otuz gece için sözleştik ve buna bir on gece daha ekledik.

Böylece Rabbinin belirlediği vakit, kırk gece olarak

tamamlandı." (A'râf, 142) Dolayısıyla, tefsirini sunduğumuz ayette

sözleşme süresinin kırk gece olarak belirtilmiş olmasını, ya son on

gecenin hükmen sözleşmede belirlenen otuz geceden

sayılmasına, ya da son on gecenin başka bir sözleşmeyle

belirlenmiş olduğunu varsayarak burada toplam iki sözleşmede

belirlenen süreden bahsedildiğine bağlamalıyız. Nitekim bazı

hadislerde de kırk gecenin iki sözleşmeyle belirlenmiş olduğu vurgulanmıştır.

 

"O hâlde, hemen yaratıcınıza tövbe edin..." Yaratıcı ve var edici

anlamına yakın bir anlamda kullanılan orijinal ifadedeki "el-bâ-ri'"

ismi, yüce Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Nitekim yüce Allah

şöyle buyuruyor: "O, yaratan, var eden (el-bâri'), şekil veren Allah'tır:"

(Haşr, 24) Bu kelime, ikisi ele almakta olduğumuz bu ayette

olmak üzere Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde kullanılmıştır. Belki de

konuyla ilgili diğer isimler arasında özellikle bu ismin burada kullanılmış

olmasının sebebi, kelimenin yaratma ve var etme anlamına

yakın bir anlam taşımasıdır. Kök itibariyle "beree, yebreu,

 

Bakara Sûresi / 49-61 .................................................... 301

 

beraen"den gelir ve ayrılma anlamını ifade eder. Çünkü yüce Allah

bu ismiyle yaratıkları yokluktan veya insanı topraktan ayırır. Bu

anlamı göz önünde bulundurduğumuz zaman sanki yüce Allah

şöyle buyurmuş oluyor:

 

"Gerçi bu tövbe ve kendinizi [birbirinizi] öldürmeniz, son derece

ağır bir yükümlülüktür ama, öldürmek suretiyle sizin için bu

yokluğu ve zevali öngören, sizi var eden ve varoluşunuzu seven

yüce Allah'tır. Sizin için daha hayırlı olan varlığınızı isteyen yüce Allah, şimdi sizin öldürülmenizi istiyor. Demek ki bu sizin için daha

hayırlıdır. Sizi var eden Allah, sizin için hayırlı olanı istemez mi?"

"el-Bâri'" ifadesi, her iki yerde de [yaratıcınıza ve yaratıcınız

katında] onlara izafe edilerek kullanılmıştır. Bunun nedeni, onların

yüce Allah'a olan sevgi duygularını uyandırmaktır."

 

"Bu, yaratıcının katında sizin için daha iyidir." Bu ve önceki ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla, aralarında işlenen suçlar ve günahlar,

bazıları tarafından işlenmiş olmasına rağmen hepsine izafe edilmiştir.

Çünkü onlar, birbirlerinin işlerini hoşnutlukla karşılayan etnik

bir topluluk idiler. Dolayısıyla bazılarının işleri hepsine izafe edilebilir.

Çünkü aralarında bir birlik söz konusudur. Yoksa bütün İsrail-

oğulları buzağıya tapmış değildi. Onlara mensup olan her bireyin

de peygamberlerin öldürülmesine adı karışmamıştı. Bunun gibi

onlara izafe edilen her suça, tümü birden iştirak etmemişti. Dolayısıyla,

"kendinizi (birbirinizi) öldürün" ifadesi ile, aranızdaki bazı

kimseleri, yani buzağıya tapanları öldürün denmek isteniyor.

Nitekim yüce Allah'ın şu sözleri de bu anlamı pekiştirici niteliktedir:

"Sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz.",

"Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir." Hz. Musa'nın sözleri

olarak aktarılan bu cümlelerden bu anlamı çıkarmak mümkündür.

"Allah da tövbenizi kabul etmişti." ifadesi, yüce Allah'ın onların

tövbesini kabul ettiğini göstermektedir. Bazı hadislerde de belirtildiğine

göre, henüz aralarındaki tüm suçlular öldürülmeden Allah,

tövbelerini kabul etti.

 

Bununla, meselenin imtihan amaçlı olduğu anlaşılmaktadır.

Tıpkı Hz. İbrahim'in, henüz Hz. İsmail'i kurban etmeden, "Ey İbrahim,

sen rüyayı doğruladın." (Saffât, 104-105) hitabına muhatap olduğu

gibi. Burada Hz. Musa onlara, "O hâlde, hemen yaratıcınıza

 

302 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

tövbe edin ve kendinizi (birbirinizi) öldürün. Bu, Yaratıcınız katında

sizin için daha iyidir." buyuruyor. Yüce Allah da, Hz. Musa'nın

sözünü onaylıyor. Ancak, bazılarının öldürülmesini tümünün öldürülmesi

gibi kabul edip, "Allah da tövbenizi kabul etmişti." sözüyle

tövbelerini kabul ettiğini bildiriyor.

 

"Gökten bir azap indirmiştik." İfadenin orijinalinde geçen "ricz",

azap demektir.

 

"azgınlık etmeyin." İfadenin orijinalinin kökü olan "ays" ve

"usiyy", bozgunculukta ileri gidip azgınlık yapmak demektir.

 

"...hıyarından, sarmısağından (veya buğdayından), mercimeğinden..."

İfadenin orijinalinde geçen "kıssâ", hıyar, "fum" ise

sarmısak ya da buğday demektir.

 

"Allah'tan gelen bir gazaba uğrayarak geri dönmüşlerdi." Orijinal

ifadede geçen "bâu" kelimesi, geri döndüler anlamındadır.

 

"Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve..." ifadesi, öncesinde

ifade edilen duruma sebep olan gerekçeyi açıklamaya yöneliktir.

 

"Bu, emre karşı geldikleri ve..." ifadesi de, bir önceki sebep bildirmenin

sebebini bildirmeye yönelik bir açıklamadır. Buna göre,

emre karşı gelmeleri ve sınırları aşmayı sürdürmeleri, Allah'ın ayetlerini

inkâr etmelerine ve peygamberlerini öldürmelerine sebep olmuştur.

Nitekim yüce Allah bu hususu şu şekilde açıklıyor: "Sonra,

kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu: Allah'ın ayetlerini yalanladılar

ve onlarla alay ediyorlardı." (Rûm, 10) Emre karşı gelmenin, işledikleri

suçlara gerekçe olarak gösterilmesinde açıklığa kavuşturulması

gereken bir husus var ki, hadisler ışığında açıklama bölümünde

buna değineceğiz.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de "Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik."

ayeti ile ilgili olarak, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği

rivayet edilir: "İlâhî bilgi ve takdirde otuz gece kararlaştırılmıştı.

Sonra duruma göre Allah buna on gece daha ekledi. Böylece

Rabbinin tayin ettiği süre kırk gece olarak tamamlandı." [c.1, s.44,

h: 46]

 

Bakara Sûresi / 49-61 .................................................... 303

 

Ben derim ki: Bu hadis, kırk gecenin iki sözleşmenin toplam

süresi olduğu şeklindeki değerlendirmeyi desteklemektedir.

 

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde, "Hani Musa, kavmine, 'Ey

kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz.'

demişti." ifadesiyle ilgili olarak, Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet

edilir: "Soydaşları Musa'ya dediler ki: 'Nasıl tövbe edeceğiz?' Musa,

'Birbirinizi öldüreceksiniz.' dedi. Bunun üzerine herkes bıçağa

sarıldı; kardeşini, babasını ve oğlunu öldürmeye başladı. Allah'a

andolsun ki, yetmiş bin kişi öldürülene kadar hiç kimse kimi öldürdüğüne

aldırmıyordu. Nihayet yüce Allah, Musa'ya vahyetti ki:

Onlara söyle; artık birbirlerini öldürmesinler. Allah, öldürülenleri

bağışladı, geride kalanların da tövbesini kabul etti." [c.1, s.69]

 

Tefsir'ul-Kummî'de ise şöyle deniyor: Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

"Hz. Musa, Rabbi ile sözleştiği yere gidip dönünce, kavminin

buzağıyı tanrı edinip ona kulluk sunduklarını gördü. Bunun üzerine

onlara şöyle dedi: 'Ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle

kendinize zulmettiniz. O hâlde, hemen yaratıcınıza tövbe edin ve

kendinizi öldürün. Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir.'

Onlar, 'Kendimizi nasıl öldüreceğiz?' dediler. Musa dedi ki: 'Hepiniz

Beyt'ül-Makdis'te toplanın. Yanınıza, bir bıçak veya bir demir

parçası ya da bir kılıç alın. Ben İsrailoğullarının minberine çıktığım

zaman, birbirinizi tanımamanız için yüzlerinizi örtün. Sonra birbirinizi

öldürün.' Bunun üzerine, buzağıya tapan yetmiş bin kişi

Beyt'ül-Makdis'te toplandı. Musa onlara namaz kıldırıp minbere

çıkınca, birbirlerini öldürmeye başladılar. Nihayet Cebrail inip şöyle

dedi: 'Ey Musa, birbirlerini öldürmekten vazgeçmelerini söyle.

Allah sizin tövbenizi kabul etti.' Bu olayda on bin kişi öldürüldü.

Sonra yüce Allah şöyle buyurdu: Bu, yaratıcınız katında sizin için

daha iyidir. Allah da tövbenizi kabul etmişti. O, tövbeleri kabul

edendir, merhametlidir." [c.1, s.47]

 

Ben derim ki: Gördüğün gibi rivayet, "Bu, yaratıcınız katında

sizin için daha iyidir." ifadesinin hem Musa ve hem de yüce Allah

tarafından söylenmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu, Hz. Musa'nın

sözlerinin yüce Allah tarafından onaylandığını ve ilk etapta

eksik gibi görünen ifadenin tam olduğunu ortaya koymaktadır.

Yani ilk etapta Hz. Musa'nın, onların tümünün öldürülmesinin ya-

 

304 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ratıcıları katında daha iyi olduğunu dile getirmiş olduğu sanılıyor.

Oysa tümü değil, sadece bir kısmı öldürülmüştü. Ancak yüce Allah'ın

bu sözü onaylamasıyla gerçekleşen öldürülmenin, Hz. Musa'nın

daha iyi olduğunu söylerken işaret ettiği durum olduğu anlaşılıyor.

Aynı şekilde Tefsir'ul-Kummî'de, "Ve bulutu üstünüze gölgelik

yapmıştık." ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Hz. Musa, İsrailoğullarını denizden geçirip karşı kıyıdaki sahraya ulaştırınca, dediler

ki: 'Ey Musa, bizi mahvettin, öldürdün ve uygarlıktan çıkarıp

gölgeliksiz, ağaçsız ve susuz bir çöle getirdin.' Bunun üzerine gündüz

vakti bir bulut onları gölgelendirip güneşin yakıcı sıcaklığından

korurdu. Geceleyin kudret helvası bitkilere, ağaçlara konar, onlar

da yerlerdi. Gece yarısı kızartılmış kuş gelir sofralarına konardı. Yiyip

içtikten sonra kuş tekrar uçup giderdi. Hz. Musa'nın yanında da

bir taş vardı. Bu taşı kampın orta yerine koyar, sonra da asasıyla

vururdu. Bunun üzerine taşta oluşan on iki gözenekten su fışkırırdı.

Yüce Allah'ın da vurguladığı gibi, her gözeneğin suyu bir oymağa

doğru akardı. İsrail-oğulları o sıralar on iki oymaktan oluşuyordu."

[c.1, s.48]

 

el-Kâfi'de, "Onlar bize zulmetmediler, sadece kendilerine

zulmediyorlardı." ifadesiyle ilgili olarak, İmam Musa Kâzım'ın (a.s)

şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah, kendisine zulmedilmeyecek ve

kendisine biz zulüm yakıştırmayacak kadar güçlü ve caydırıcıdır.

Ne var ki, yüce Allah bizi kendisine katmış, bize yapılan zulmü,

kendisine yapılmış bir zulüm olarak, bizim velâyetimizi de kendi

velâyeti olarak kabul etmiştir. Sonra yüce Allah, bu anlamı pekiştiren

ifadeleri Peygamberine (s.a.a) vahyetmiş ve şöyle buyurmuştur:

'Onlar bize zulmetmediler, sadece kendilerine zulmediyorlardı.'

Ravi diyor ki: 'Bu söylediğiniz, Kur'ân'ın ifade ettiği bir anlam

mı?' diye sordum. 'Evet.' dedi." [c.1, s.435, h: 91]

 

Ben derim ki: Buna benzer bir ifade de İmam Bâkır'dan (a.s)

rivayet edilmiştir. "Yüce Allah, kendisine zulmedilmeyecek... kadar

güçlü ve caydırıcıdır." ifadesi, ayetteki "Onlar bize zulmetmediler"

ifadesini açıklamaya dönüktür. "Ne var ki, yüce Allah bizi kendisine

katmış" sözündeki "biz"den maksat, peygamberler, vasiler ve

imamlardır. Ravinin, "Bu söylediğiniz, Kur'ân'ın ifade ettiği bir an-

 

Bakara Sûresi / 49-61 .................................................... 305

 

lam mı? diye sordum. 'Evet.' dedi." şeklindeki sözü ise, şöyle izah

edilebilir:

 

Bu gibi durumlardaki olumsuzluk ifadesi ("Onlar bize

zulmetmediler."), ancak olumluluk ifadesinin doğru olduğu veya

doğru olabileceği sanıldığı durumlarda kullanılır. Söz gelimi; özel

bir mesaj verme amacı güdülmediği sürece, "şu duvar görmez

veya zulmetmez" şeklinde bir ifade kullanılmaz. Yüce Allah, zulme

uğrayabileceği düşüncesine sebep olacak veya böyle bir şeyin gerçekten

mümkün olduğunu anlatacak bir söz söylemekten çok daha

yücedir. Bu nedenle, bu ifadedeki olumsuzluğa anlam kazandıran

nükte, işin içine söz konusu kişilerinde katılmasıdır. Çünkü

büyükler, hizmetçileri ve yardımcıları adına da konuşurlar.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri

ve..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir açıklamaya yer verilir: "İmam

Sadık (a.s), 'Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve

haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi. Bu, emre

karşı geldikleri ve sürekli sınırları aştıkları içindi.' ayetini okudu

ve şöyle dedi: Allah'a andolsun ki onlar, peygamberleri elleriyle

dövmediler ve kılıçlarıyla öldürmediler. Fakat onların sözlerini duyup

yaydılar. Onlar da bu sözlerinden dolayı yakalanıp öldürdüler.

İşte bu tutumları öldürme, zulüm ve felâkete sebep oldu." [c.1, s.45,

h: 51]

 

Ben derim ki: el-Kâfi'de de İmam Sadık'a (a.s) dayandırılan

benzeri bir açıklamaya yer verilmiştir.1 Öyle anlaşılıyor ki, İmam

(a.s) bu değerlendirmesine, "Bu, emre karşı geldikleri ve sürekli

sınırları aştıkları içindi." ifadesini esas almıştır. Çünkü adam öldürmenin,

özellikle peygamberleri öldürmenin ve Allah'ın ayetlerini

inkâr etmenin geri plânındaki nedeni, emre karşı gelme olarak

gösterilemez. Olayın şiddeti ve önemi bakımından bunun tersi söz

konusu olabilir. Fakat, peygamberlerin söylediklerini zorbalardan

saklamama ve peygamberleri korumaya çalışmama anlamındaki

"emre karşı gelme", bu durumlara sebep olabilecek niteliktedir.

-------

 

1- [Usul-i Kâfi, c.2, s.371, h: 6]

 

306 ............................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 62 ...........................................................

 

62- İman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden Allah'a

ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanların mükâfatları Rableri

katında mahfuzdur; onlara ne bir korku vardır, ne de onlar üzüleceklerdir.

 

AYETİN AÇIKLAMASI

 

Ayetin akışından da anlaşılacağı gibi, ikinci kez imandan söz

edilmiş olması, gerçek anlamda iman niteliğine sahip olmayı vurgulamaya

dönüktür. Buna göre, ayetin girişinde yer alan "iman

edenler" ifadesinden maksat, dış görünüş olarak imanla nitelendirilen,

dışarıdan bu isimle anılan kimselerdir.

 

Bu durumda ayetten, şöyle bir anlam çıkıyor: Müminler, Yahudiler,

Hıristiyanlar ve Sabiiler gibi isimler ve bu isimlerle nitelendirilme,

Allah katında ödül almayı gerektirici ve azaba karşı güvencede

olmayı sağlayıcı unsurlar değildirler. Yani meselenin özü,

Yahudiler ve Hıristiyanların, "Yahudi yahut Hıristiyan olmayan kesin

olarak cennete girmeyecek." (Bakara, 111) dedikleri gibi değildir.

Meselenin özü, saygınlık ve mutluluğun sebebi, Allah'a ve

ahirete gerçekten inanmak ve buna bağlı olarak iyi işler yapmaktır.

Bu yüzden "sıla" cümlesinde "mevsul"a dönmesi zorunlu olan

zamir zikredilmemiş ve "onlardan inanıp iyi işler yapanlar" şeklinde

bir ifade kullanılmamıştır. Bununla, bir isimle anılmanın bir

yarar sağlayacağı şeklinde yanlış bir yoruma yol açılmasın, istenmiştir.

Bunu, ifadenin akış biçiminden açıkça anlamak mümkündür.

 

Bakara Sûresi / 62 .................................................... 307

 

Kur'ân-ı Kerim'de yer alan birçok ayet tekrar tekrar bu anlamı

vurgulamaktadır. Kur'ân-ı Kerim, mutluluk ve saygınlığın tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya bağlı olduğunu ısrarla belirtmektedir. Dolayısıyla bu isimlerden hiçbiri, ad oldukları kimseye bir yarar sağlayamazlar. Allah'a yönelik kullukla yoğrulmadığı sürece

hiçbir kemal sıfatı sahibi için kalıcı olamaz, onu kurtaramaz. Bu

temel gerçek açısından peygamberlerle başka insanlar arasında

bir fark yoktur. Nitekim yüce Allah peygamberlerini bütün güzel sıfatlarla

andıktan sonra, onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Eğer

onlar Allah'a ortak koşsalardı, yaptıkları işler hiç olur giderdi."

(En'âm, 88)

 

Yüce Allah, Peygamberinin (s.a.a) ashabı ve onunla birlikte

iman edenlerle ilgili olarak, haklarında zikredilen onca yücelik, üstünlük

ve fazilete rağmen, şöyle buyuruyor: "Allah, onlardan inanıp

iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir ödül vaat etmiştir."

(Fetih, 29) Dikkat edilirse burada yüce Allah "onlardan" ifadesini

kullanmıştır. Bunların dışında, kendisine Allah'ın ayetleri sunulan

başkası hakkında da şöyle buyuruyor: "Dileseydik elbette onu o

ayetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine

düştü." (A'râf, 176) Buna benzer daha birçok ayet vardır ki, saygınlığın

gerçek inanca bağlı olduğunu, dış görünüşle bir ilgisi olmadığını

kesin olarak ortaya koymaktadır.

 

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde Selman-i Farisî'nin şöyle dediği

rivayet edilir: "İslâm'dan önce, mensubu bulunduğum dinin bağlılarının

durumlarını Resulullah'a sordum. Bana onların namazlarından

ve ibadetlerinden söz etti. Bunun üzerine, 'İman edenler,

Yahudiler...' diye başlayan ayet-i kerime indi."

 

Ben derim ki: Bu ayetin Selman-i Farisi'nin adamları hakkında

indiği başka kanallardan da rivayet edilmiştir.

 

el-Meanî adlı eserde belirtildiğine göre, İbn-i Fazzal şöyle

demiştir: İmam Rıza'ya (a.s) dedim ki: "Hıristiyanlara niçin

'Nasara' deniyor?" Dedi ki: "Çünkü ilk Hıristiyanlar Şam mıntıkasında yer alan 'Nasıra' adlı bir kasabanın halkındandılar. Hz.

Meryem ve İsa Mısır'dan döndükten sonra orada konaklamışlardı."

 

308 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ben derim ki: İnşaallah Âl-i İmrân suresinde Hz. İsa ile ilgili

kıssalarda bu rivayeti inceleyeceğiz.

 

Aynı rivayette, Yahudilerin de Hz. Yakub'un oğlu Yahuda'nın

soyundan geldikleri için bu ismi aldıkları belirtilmektedir.

 

Tefsir'ul-Kummî'de, İmamın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

"Sabiiler, ne Mecusi, ne Yahudi, ne Hıristiyan, ne de

Müslümandırlar. Onlar yıldızlara ve gökcisimlerine taparlar."

 

Ben derim ki: Sabiilik bir tür putperestliktir. Onları diğer puta

tapanlardan ayıran, yıldızlar putlarına tapmalarıdır.

 

SABİİLERLE İLGİLİ TARİHSEL BİR ARAŞTIRMA

 

Ebu Reyhan el-Bîrunî, el-Âsâr'ul-Bakiye adlı eserinde şöyle der:

"Onlardan, yani peygamberlik iddiasında bulunanlardan, adından

ilk kez söz edilen kimse Yuzasef'tir. Hindistan topraklarında

Tahmures'in kırallığa gelişinden bir yıl sonra ortaya çıkıp Farsça

yazıyı icat etmişti. Halkı Sabiilik dinine davet etmiş, birçok kimse

de ona uymuştu. Belh bölgesini yurt edinmiş Pişdadî kralları ve

kimi Keyanîler, güneş, ay, yıldızlar ve genel unsurları (toprak, su,

ateş, rüzgar) kutsuyorlardı. Beştasef'in tahta çıkışının otuzuncu yılında

Zerdüşt'ün ortaya çıkışına kadar durum böyleydi."

 

"Sabiilerin bir kısmı da Harran da yaşıyorlardı ve beldelerinin

adı ile, yani 'Harranîler' olarak anılıyorlardı. Bazılarına göre bu isim,

Hz. İbrahim'in (a.s) kardeşi Haran b. Tarh'a izafeten verilmiştir.

Çünkü Haran onların önderleri arasında yer alan ve dinine son

derece bağlı bulunan birisiydi..."

 

"Bir Hıristiyan olan İbn-i Senkela, onların çarpık inançlarını çürütme

amacı ile kaleme aldığı eserinde, yalan ve batıl inançlarını

dile getirdikten sonra, Hz. İbrahim'le ilgili olarak şöyle bir iddiayı

ileri sürdüklerinden söz etmektedir: İbrahim'in sünnet yerinde alaca

hastalığı çıktığı için aralarından ayrılır. Çünkü vücudunda alaca

hastalığı bulunan biri onlara göre pistir ve bu yüzden aralarına

karışamaz. İbrahim de bu yüzden derisini keser, yani sünnet olur.

Sonra put evlerinden birine girer. O sırada bir putun kendisine şöyle

seslendiğini duyar: Ey İbrahim, aramızdan tek ayıpla ayrıldın,

ama iki ayıpla döndün. Çık ve bir daha da yanımıza dönme. Bunun

üzerine İbrahim öfkeye kapılıp putları parçalar. Sonra oradan ayrı-

 

Bakara Sûresi / 62 .................................................... 309

 

lır, ama yaptığından dolayı büyük pişmanlık duyar. Gelenekleri

uyarınca oğlunu Müşteri (Jüpiter) yıldızına kurban etmek ister.

Müşteri yıldızı, onun samimî olarak pişmanlık duyduğunu anlayınca,

oğlunun yerine kurban etmek üzere ona bir koç gönderir."

 

"Abdulmesih b. İshak el-Kindî, Abdullah b. İsmail el-Haşimî'nin

kitabına cevap olarak kaleme aldığı eserinde Sabiilerden şöyle

söz eder: Sabiiler, insan kurban etmeleriyle bilinirler. Fakat günümüzde

bu geleneklerini açıkça sürdüremiyorlar. Onların hakkında

bildiğimiz tek şey, Allah'ı birledikleri, çirkinliklerden tenzih

ettikleri, olumlu değil, olumsuz sıfatlarla nitelendirdikleridir. Örneğin,

'Allah öfkelenmez, görmez, zulmetmez, zor kullanmaz...' derler.

O'nu mecazî anlamda güzel isimlerle adlandırırlar. Çünkü onlara

göre, Allah'ın gerçek anlamda bir sıfatı yoktur. Tabiattaki plânı,

düzeni feleğe ve gökcisimlerine mal ederler. Bunların canlı olduğuna,

konuştuğuna, duyduğuna ve gördüğüne inanırlar. ruhlara

büyük saygı gösterirler. Dimaşk Camiinin avlusundaki mihrabın

üstündeki kubbe onların eseridir. Burası onların tapınaklarıydı.

Yunanlılar ve Romalılar da onların dinleri üzerindeydiler. Sonra bu

tapınak Yahudilerin eline geçti. Onu kendi ibadetlerine tahsis edip

havraya dönüştürdüler. Sonra Hıristiyanların egemenliği altına girdi.

Onu kilise hâline getirdiler. Nihayet İslâm geldi ve bölge Müslümanların

eline geçti. Müslümanlar söz konusu tapınağı camiye

dönüştürdüler."

 

"Sabiilerin çeşitli heykelleri ve putları vardı. Bunlara belli şekiller

verir, güneşin adlarıyla adlandırırlardı. Nitekim Ebu Ma'şer el-

Belhî, tapınaklara ilişkin eserinde, Ba'lebek heykelinin Güneş adına

dikildiğinden söz eder. Kıran heykelinin de Ay adına dikildiğini

belirtir. Onu yuvarlak bir halka şeklinde yapmışlardı. Heykelin yakınında

'Selem-sin' adında bir kasaba vardır. Bu kasabanın eski adı

'Senem sin' idi. Ya-ni 'Ay putu'. Bölgede diğer bir kasaba daha vardır

ki, adı 'Tara Uz'dur. Yani 'Zühre kapısı'. Denildiğine göre, içindeki

putlarla birlikte Kâbe on-lara aitti. Bu putlara yönelik ibadetler

de onlar aracılığı ile bölgeye ak-tarılmıştı. Lat putunu Zuhal adına,

Uzza putunu da Zühre adına dikmişlerdi. Kendilerine gelmiş birçok

peygamberden söz ederler. Bunların çoğu da Yunan filozoflarıdır.

Mısırlı Hürmüs, Ağazimun, Valis, Pisagoros ve Eflatun'un ana tarafından

büyük babası Papasuvar gibi."

 

310 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Bunların bir kısmı, köpük olur korkusuyla balığı sürekli

hummalıdır diye civcivi, baş ağrısına yol açar; kanı kaynatır ya da

âlemin temel dayanağı olan meniyi yakar diye sarımsağı zihni kalınlaştırıp

bozar diye ve de ilk defa insan kafatasında yeşerdiği için

baklagilleri kendilerine haram etmişlerdir. Sabiilerin üç tane farz

namazları vardır: Birincisi; güneş doğarken kılınır ve sekiz rekâttır.

İkincisi; güneşin göğü yarılamasından sonra kılınır ve beş rekâttır.

Her rekâtında üç secde vardır. Biri gündüzün ikinci saatinde, biri

de gündüzün dokuzuncu saatinde olmak üzere iki de nafile namaz

kılarlar. Üçüncüsü; gecenin üçüncü saatinde kılınır."

 

"Temizlenerek ve abdest alarak namaz kılarlar. Cenabet oldukları

zaman gusül alırlar. Sünnet olmazlar, böyle bir emir almadıklarını

iddia ederler. Evlilik ve hadlerle ilgili yasaların büyük çoğunluğu,

Müs-lümanların bu alanlardaki hükümlerine benzer. Ölülere

dokunmayı necasete bulaşmak olarak değerlendirme gibi uygulamaları

da, Tevrat'taki açıklamaları andırmaktadır. Gökcisimlerine,

onlar adına dikilmiş putlara, heykellere, adaklar, kurbanlar

sunarlar. Kurban sunma törenini kâhinleri ve büyücüleri yönetir.

Bunun sonucunda kâhinlerin, ilâhî makama yakınlaşmayı ve sorulan

soruların cevabını bulmayı gerektiren bir bilgiye ulaşacakları

umulur. Bazen Hürmüs'ü, Tevrat'ta Ehnuh olarak geçen İdris adıyla

anarlar. Bir kısmına göre de Hürmüs Yuzasef'tir."

 

"Bazıları şöyle bir iddiayı ileri sürmüşlerdir: Harranîler gerçek

Sa-biiler değildirler. Harranîler kitaplarda hanifler ve putperestler

diye geçen kimselerdir. Gerçek Sabiiler ise, Babil esaretinin ardından

Kûruş ve Artahuşust dönemlerinde Beyt'ül-Makdis'te ortaya

çıkan oymaklardan gelirler. Bunlar Mecusilik kanunlarına eğilim

göstererek Buhtunnasr'ın dinine girmişlerdir."

 

"Böylece Şam Samirîleri gibi Mecusilik ve Yahudilik karışımı

bir mezhep geliştirmişlerdir. Bunların çoğunluğu Irak'ın Vasıt, Cafer,

Câ-mide ve Şatt'ul-Arap bölgelerindeki yerleşim birimlerinde

yaşarlardı ve Enuş b. Şit soyundan geldiklerini söylerlerdi.

Harranîlere muhaliftiler. Onların mezheplerini ayıplar ve çok az

meselede onlarla uyuşur-lardı. Söz gelimi; onlar namazlarında kuzey

kutbuna dönerlerken, Har-ranîler güney kutbuna dönerlerdi.

Ehlikitab'a mensup bazılarına göre, Matuşalh'ın Sabî adında kral

 

Bakara Sûresi / 62 .................................................... 311

 

olmayan bir oğlu vardı. Sabiiler onun adıyla anılırlar. İnsanlar, şeriatların

ortaya çıkışından ve Yuzasef'in gelişinden önce Şamanist

idiler. Bunlar, yeryüzünün doğu kısmında yaşarlar ve putlara taparlardı.

Bunların kalıntıları, şu anda Hindistan, Çin ve Tagazgoz'da

yaşarlar. Horasanlılar onlara Şamnan derler. Onların eserlerine,

görkemli yapıtlarına, putlarına ve tapınaklarına Horasan'ın Hindistan'a

komşu olan bölgelerinde rastlamak mümkündür. Bunlar,

zamanın öncesizliğine, ruhların tenasuhuna ve feleğin sonsuz boşlukta

yüzdüğüne inanırlar. Onlara göre, felek bu yüzden dönerek

hareket eder. Çünkü yuvarlak bir şey, bir yerden ayrıldığı zaman

dönerek iner. Onların bir kısmının da âlemin sonradan oluştuğuna

ve bir milyon yıllık bir süresi olduğuna inandıkları söylenir." (Ebu

Reyhan el-Bîrunî-den aktardıklarımız burada bitti.)

 

Ben derim ki: Sabiiliğin, Harranîliğin bazı özelliklerini taşımakla

birlikte Yahudilik ve Mecusîlik dinlerinin bir karışımı olduğu şeklindeki

açıklama ayetin içeriğine en uygun yorumdur. Çünkü görünen

o ki, ayette semavî dinlerin mensupları sıralanmıştır.

 

312 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 313

 

63- Hani sizden sağlam bir söz almıştık ve dağı üstünüze kaldırmıştık,

"Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekileri (sürekli)

hatırlayın, belki korunasınız." (demiştik.)

 

64- Sonra siz, bundan sonra yine yüz çevirmiştiniz. Eğer Allah-

'ın size yönelik lütfu ve rahmeti olmasaydı, kesinlikle ziyankârlardan

olurdunuz.

 

65- Andolsun, içinizden cumartesi günü yasağı çiğneyenleri

bilmişsinizdir. Onlara, "Aşağılık maymunlar olun." demiştik.

66- Biz bunu, görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret, korunanlara

da bir öğüt kıldık.

 

67- Hani Musa kavmine, "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor."

demişti de, "Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi. O da,

"Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." demişti.

 

68- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, bize onun ne (biçim bir

inek) olduğunu açıklasın." demişlerdi. Musa, "Allah diyor ki: 'O, ne

yaşlı, ne de körpe; ikisi arasında bir inektir. Hadi, size emredileni

yapın.' " demişti.

 

69- (Bu defa) "Bizim için Rabbine dua et, bize onun renginin

ne olduğunu açıklasın." Musa, "Allah diyor ki: O, halis koyu sarı,

bakanlara sevinç veren bir inektir." demişti.

 

70- (Yine) "Bizim için Rabbine dua et, bize onun ne (biçim bir

inek) olduğunu açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu.

Allah dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletileceğiz." demişlerdi.

 

71- Musa, "Allah diyor ki: O, yer sürmeyen, ekin sulamayan,

boyunduruk altına alınmamış, serbest dolaşan (salma) ve (renginde

hiç) alacası bulunmayan bir inektir." (O zaman) "İşte şimdi gerçeği

getirdin." demişlerdi de onu kesmişlerdi. Ancak az kalsın

yapmayacaklardı.

 

72- Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya

kalkışmıştınız. Oysa Allah, gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı.

 

73- Bunun için de, "İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun."

demiştik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve belki düşünürsünüz

diye, ayetlerini size böyle gösterir.

 

74- Sonra, bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Şimdi o kalpler,

taş gibi, hatta daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki,

 

314 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

içinden ırmaklar kaynar. Öylesi var ki, çatlar da ondan su çıkar.

Öylesi de var ki, Allah korkusundan (yukarılardan) aşağıya düşer.

Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Ve üstünüze dağı kaldırmıştık." Ayetin orijinalinde geçen "tûr"

kelimesi, dağ demektir. Nitekim yüce Allah bir başka ayette bunun

yerine yine dağ anlamında olan "cebel" kelimesini kullanmıştır:

"Hani dağı yerinden kopararak üstlerine bir gölge gibi kaldırmıştık."

(A'râf, 171) Bu ayetin orijinal metninde geçen "neteka" fiili,

çekip koparmak demektir.

 

Ayetin başında, "sağlam bir söz almak"tan bahsediliyor, sonunda

kendilerine verileni kuvvetle tutmaları ve içindekileri sürekli

hatırlamaları emrediliyor, bu ikisinin arasında da üstlerine dağın

kaldırılmasından bahsediliyor. Fakat bunun ne sebeple ve hangi

amaca yönelik olarak gerçekleştirildiğine değinilmiyor. Bundan şu

anlaşılıyor: Dağın, başlarının üstüne kaldırılmasından maksat, ilâhî

gücün büyüklüğünü göstererek onları korkutmaktır; onları zorlamak

ve güç kullanarak kendilerine verileni uygulamalarını sağlamak

değildi. Yoksa onlardan "söz alma"nın bir anlamı kalmazdı.

 

Dolayısıyla, "Üzerlerine dağın kaldırılması bir mucizedir. Bu da

kaçınılmaz olarak onları emirleri yerine getirmeye zorlamıştır. Oysa

yüce Allah, 'Dinde zorlama yoktur.' (Bakara, 256) ve 'Yoksa sen,

insanları mümin olmaları için zorlayacak mısın?' (Yûnus, 99) buyuruyor." şeklindeki bir yorum doğru değildir. Çünkü, az önce de vurguladığımız gibi ayet-i kerime korkutma ve ürkütme anlamından

fazla bir şey ifade etmiyor. Şayet sırf dağın üzerlerine kaldırılmış

olması, İsrail-oğullarını inanmaya ve inancın gereklerini yerine getirmeye

zorlayıcı bir olgu olarak değerlendirilecekse, Hz. Musa'nın

gösterdiği birçok mucize daha çok zorlayıcı bir rol oynamış olmalıdır.

Bazıları da bu olayı şöyle yorumlamışlardır: "İsrailoğulları dağın

dibinde bulunuyorlardı. Daha sonra dağ sarsılmaya ve sallanmaya

başladı; o kadar ki, dağın tepesi üzerlerine eğiliverdi. Onlar

da dağın üzerlerine düşeceğini sandılar. İşte bu olay, dağın üzerle-

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 315

 

rine kaldırılması ya da yerinden koparılıp üzerlerine dikilmesi şeklinde

ifade edilmiştir.

 

Bu şekilde bir yorum, temelde mucizeleri ve olağanüstü gelişmeleri

inkâr esasına dayanır ki, biz bu konudaki düşüncemizi ve

tavrımızı daha önce ortaya koyduk. Eğer bu tür yorumlar doğru

kabul edilecek olursa, bundan böyle ifadeler için anlaşılır bir anlamdan,

söz sanatının belâgat ve fesahatinden, söz söyleme sanatı

için dayanılacak bir temel unsurdan söz edilemez olur.

 

"...belki korunasınız." Orijinal ifadede geçen "lealle=belki" edatı,

ümit etme anlamını ifade eder. Bu kelime, ancak ümit etmenin

cümle içinde doğru ve yerinde olması durumunda kullanılır. Bu

doğruluk ve yerindeliğin konuşan ya da muhatap yahut konu, konum

ve durum itibariyle olması fark etmez. Eğer konuşan ve muhatap

açısından ümit etme söz konusu değilse, bu durumda konu

ve durumun ümit eme ile bir ilgisi olmalıdır. Çünkü ümit etmek,

gerçekte işin sonucunu bilmemekten kaynaklanan bir duygudur.

Dolayısıyla yüce Allah'ın sözünde geçen ümit etmeler ya muhatap

ya da durum açısındandır. Yoksa yüce Allah işlerin akıbetini kesin

olarak bildiği için, ümit etme ona izafe edilemez. Nitekim el-

Müfredat adlı eserinde Ragıp da buna dikkat çekmiştir.

 

"Aşağılık maymunlar olun." Ayetin orijinalinde geçen "hasiîn" ifadesi,

aşağılık, alçaklık, küçüklük anlamını ifade eder.

 

"Biz bunu... bir ibret kıldık." Yani, ders alınan bir ibret tablosu

yaptık. Orijinal metinde geçen "nekal" kelimesi, başkalarına ibret

olsun diye, birine uygulanan küçük düşürücü ve onur kırıcı ceza

demektir.

 

"Hani Musa, kavmine; "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor."

demişti..." Bu, İsrailoğullarının başından geçen bakara (inek) kıssasıdır

ve ele almakta olduğumuz sure de bu isimle anılmıştır.

Kur'ân-ı Kerim'in bu kıssayı sunuş tarzı son derece dikkat çekicidir.

Kıssanın bazı bölümleri diğer bazı kısımlarından ayrı olarak

anlatılıyor. Örneğin; "Hani Musa, kavmine... demişti de..." şeklinde

kıssaya başlıyor, yani geçmiş zamandan haber veriliyor. Ardından,

şimdiki zamanda bulunan muhataba yönelerek şöyle

buyuruluyor: "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize

atmaya kalkmıştınız." Sonra kıssanın ortasından bir bölüm çı-

 

316 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

karılıp başa konuyor, kıssanın başı ile devamına ise bunun ardından

yer veriliyor.

 

Ayrıca geçen ayetlerde İsrailoğullarına yönelik hitap tarzı

muhatapla konuşma şeklindeyken burada muhatapla konuşma

tarzından, üçüncü şahısla konuşma tarzına dönülüyor ve "Hani

Musa, kavmine... demişti..." buyruluyor. Ardından, bir kez daha

muhatapla konuşma tarzına dönülüyor ve "Hani siz bir adam

öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız..."

"Hani Musa, kavmine; 'Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor.'

demişti..." ifadesinde hitap, kıssanın bir bölümünde, ineğin

kesilmesini emreden ve onun niteliklerini sayan bölümde,

İsrailoğullarından Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltiliyor ki, ileride

İsrailoğullarına yöneltilecek şu hitaba ilişkin açıklayıcı bir giriş

olsun: "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya

kalkmıştınız. Oysa Allah, gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı.

Bunun için de, 'İneğin bir par-çasıyla ona (o öldürülene) vurun.'

demiştik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve belki düşünürsünüz

diye, ayetlerini size böyle gösterir."

"Hani Musa, kavime... demişti..." şeklinde başlayıp "Ancak az

kalsın yapmayacaklardı." ifadesiyle son bulan beş ayet,

İsrailoğulları-na yönelik hitabın ortasında açılan bir parantez içi açıklama

niteliğindedir ki, hemen ardından gelen hitabın anlamını

açıklamaktadır. Bunun yanı sıra, İsrailoğullarının peygamberlerine

karşı takındıkları edebe aykırı tavırları, ona gereksiz yere eziyet

etmeleri, onu boş ve gereksiz yere konuşmakla suçlamaları ifade

ediliyor.

 

Ayrıca onların zorluk çıkarmaları, işi yokuşa sürmeleri, biraz

daha açıklama yapılsın bahanesi ile inatçı tutumlarını sürdürmeleri,

ilâhî emirlerin ve peygamberlerin getirdikleri açıklamaların

anlaşılmaz olduğu anlamına gelen sorular sorup durmaları çarpıcı

biçimde dile getiriliyor. Onların bu olumsuz tavırlarını yansıtan sözlerinde, yüce Rablık makamını küçümsediklerini, önemsemediklerini

de görmek mümkündür. Bakın Musa onlara ne diyor ve onlar

nasıl cevap veriyorlar? Musa (a.s) onlara diyor ki: "Allah size,

bir inek kesmenizi emrediyor." Onlar ise şöyle cevap veriyorlar:

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 317

 

"Bizim için Rabbine dua et, bize onun ne (biçim bir inek) olduğunu

açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu."

Dikkat edilirse, bütün sözlerinde "Rabbin" deyimini kullanıyorlar

ve "Rabbimiz" demiyorlar. Ayrıca, sürekli "ne biçim bir inektir?"

diyorlar ve yapılan bunca açıklamadan sonra da "inekler bizim için

ayırt edilemez oldu." iddiasında bulunuyorlar. Dikkat edilirse,

"O inek bizim için ayırt edilemez oldu." demiyorlar, "İnekler izim

için ayırt edilemez oldu." diyorlar. Böylece bütün ineklerin ölüyü

diriltme etkinliği olamayacağını, bu kadar açıklamanın da bu etkinliğe

sahip olan ineği belirlemek için yeterli olmadığını vurgulamak

istiyorlar. Oysa etkinlik yüce Allah'a özgüdür, bunun inekle

bir ilgisi yoktur.

 

Yüce Allah, onlara herhangi bir inek kesmelerini emretmişti ve

ifadede herhangi kayda ve şarta yer vermemişti. Onlar da ifadedeki

bu kayıtsızlıktan hareketle herhangi bir inek kesmeliydiler.

Bakın peygamberlerine ne diyorlar? "Bizimle alay mı ediyorsun?"

Bu ifadenin altında Hz. Musa'ya yönelik cahillik ve boş konuşma

suçlaması yatıyor. Nitekim Hz. Musa da bu suçlamayı şu sözleriyle

reddediyor: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." Yüce Allah-

'ın açıklamaları son bulduktan sonra, "İşte şimdi gerçeği getirdin."

demeleri de, bundan önceki açıklamaları, gerçeğin ifadesi

olarak algılamadıklarını gösteriyor. Yani ilâhî açıklama tarzına ve

nebevî tebliğe gerçek dışılık yakıştırmasında bulunuyorlar.

Genel bir değerlendirmede bulunacak olursak, kıssanın bu

kısmının öne alınması, bir sonraki açıklamaya giriş olması içindir.

Bu tarz bir yer değiştirmenin, bir diğer amacı da vurgulamaya yönelik

olması mümkündür. Şöyle ki: Bugün Yahudilerin elinde bulunan

Tevrat'ta inek kıssasından söz edilmiyor. Dolayısıyla böyle

bir kıssayla hiç muhatap olmamaları ya da yaptıkları tahrifata

dikkat çekildikten sonra kıssanın anlatımına geçilmesi gerekirdi.

Onun için Kur'ân-ı Kerim İsrailoğullarına yönelik hitaba ara vererek

hitabı Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltiyor. Ardından onlara

yönelerek meselenin başlangıç noktasını açıklıyor. Tevrat'ta da

bu kıssanın gerçekleştiğine ilişkin işaretler mevcuttur. Tevrat'taki

metin şöyledir:

 

318 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Tesniye kitabı 21. babda şöyle deniyor: "Allah'ın Rabbin mülk

edinmek için sana vermekte olduğu diyarda kırda düşmüş ve kimin

tarafından vurulduğu bilinmeyen öldürülmüş bir adam bulunursa,

o zaman senin ihtiyarların ve hâkimlerin çıkacaklar ve öldürülmüş

adamın etrafında olan şehirlere uzaklığını ölçecekler; ve

vaki olacak ki, öldürülmüş adama en yakın olan şehrin ihtiyarları

sığırlardan, çalıştırılmamış ve boyunduruk taşımamış genç bir inek

alacaklar; ve o şehrin ihtiyarları ineği, sürülmemiş ve ekilmemiş

bir yer olan, akan bir vadiye indirecekler ve orada, vadide

ineğin boynunu kıracaklar. Ve Levi oğulları, kâhinler yaklaşacaklar;

çünkü Allah'ın Rab kendisine hizmet etmek için ve Rabbin ismiyle

mübarek kılmak için onları seçti; ve her davada ve her

döğüşte onların sözüne göre olacaktır. Ve o şehrin bütün ihtiyarları,

öldürülmüş adama en yakın olanlar, vadide boynu kırılmış olan

ineğin üzerinde ellerini yıkayacaklar; ve cevap verip diyecekler: Ellerimiz

bu kanı dökmedi ve gözlerimiz onu görmedi. Kurtardığın

kavmin İsraile bağışla, ya Rab ve kavmin İsrail arasında suçsuz

kan bırakma. Ve kan onlara bağışlanacaktır. Ve Rabbin gözünde

doğru olanı yaptığın zaman suçsuz kanı aranızdan kaldıracaksın."

 

Bu uzun açıklamalardan sonra, "Hani siz bir adam

öldürmüştünüz..." hitabıyla, kıssanın tüm ayrıntılarıyla değil, genel

hatlarıyla özet bir biçimde anlatıldığını anlamış olursun. Kıssanın

bir bölümünün ayrıntılı bir biçimde ayrı bir kıssaymış gibi anlatılmasının

sebebi ise, bununla bir mesaj verilmek isteniyor olmasıdır.

 

"Hani Musa, kavmine... demişti..." ifadesindeki hitap, Peygamber

efendimize (s.a.a) yöneliktir ve ifadeye kıssa anlatım tarzı egemendir.

Aslında bu, az sonraki hitaba ilişkin açıklayıcı bir giriştir.

Fakat bu tarz bir ifadenin ne sebeple seçildiği, niçin böyle bir yola

başvurulduğu açıklanmıyor. Tersine, bu hususta bilinçli bir belirsizlik

sağlanıyor ki, dinleyici buna dikkat etsin ve işin iç yüzünü kurcalamaya

çalışsın. Kıssanın aslını duyduğu zaman heyecanlansın

ve iki değişik anlatım tarzı arasında bir bağlantı kurabilsin. Bu

yüzden İsrailoğulları, "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor."

sözünü duydukları zaman, hayret etmişlerdi, bunu Allah'ın peygamberi

Musa'nın bir alayı olarak değerlendirmişlerdi. Çünkü ineğin

kesilmesi ile onların, çekişmenin çözüme kavuşturulması ve

katilin bulunması yönündeki istekleri arasında bir bağlantı kura-

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 319

 

mamışlardı. Bu yüzden, "Bizimle alay mı ediyor, dalga mı geçiyorsun?"

demişlerdi.

 

Aslında bu sözler onların dinleme ve itaat etme ruhunu yitirmiş

olmalarından, büyüklük ve inatçılık kompleksinin içlerine yerleşmiş

olmasından ve "Biz taklit ehli değiliz; biz ancak gözlerimizle

gördüğümüze inanırız" demelerinden kaynaklanıyordu. Nitekim

Hz. Musa'ya, "Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız." demişlerdi.

Bu duruma düşmeleri, bilir bilmez karar vermelerinden ve

yetkilerinde olsun olmasın her meselede kendi başlarına yargıda

bulunmalarından dolayıydı. Söz gelimi, akılla algılanan soyut bir

varlığa, somut bir var-lık gibi yaklaşıyorlardı. Bu yüzden Rabbi somut

olarak ve çıplak gözle görmek istemişlerdi. Nitekim bir keresinde

de, "Ey Musa, demişlerdi, nasıl onların tanrıları varsa, bize

de bir tanrı yap. Musa, 'Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz.' demişti."

(A'râf, 138)

 

Onlar peygamberleri Musa'yı da kendileri gibi ihtirasları, hevesleri

bulunan, kendileri gibi oyuna, eğlenceye düşkün biri sanıyorlardı.

Bu yüzden onu alaycılıkla, ahmaklıkla ve cahillikle

suçluyorlardı. Öyle ki Hz. Musa (a.s) onların bu nitelendirmelerine

cevap olarak, "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." demişti.

Hz. Musa böyle bir niteliğe sahip olmaktan Allah'a sığınıyor ve

"Ben cahil değilim." diye ortaya atılmıyor. Böylece cehalete karşı

ilâhî korumanın (ismet) koruyuculuğuna güveniyor, yaratılışta

kendisine bahşedilen hikmete değil.

 

Onlar, insan ancak doğruluğuna ilişkin bir kanıt varsa bir sözü

kabul edebilir, sanmışlardı. Aslında bu sanıları ilkesel olarak doğrudur.

Ancak buradan hareketle, "Her hükmün kanıtını en ince ayrıntısına

kadar bilmek gerekir, bu hususta özet kanıtlamalar yeterli

değildir." şeklinde bir yanlış sonuç çıkarmışlardı. Bu yüzden ineğin

niteliklerinin ayrıntılı olarak belirtilmesini istemişlerdi. Çünkü

inek türü diriltme özelliğine sahip olmadığına göre, kesilmesi istenen

belli bir inek olmalı ve nitelikleri en ince ayrıntısına kadar

açıklanmalı diye düşünmüşlerdi. "Bizim için Rabbine dua et, onun

ne (biçim bir inek) olduğunu bize açıklasın." demeleri de bu yüzdendi.

 

320 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Aslında bu istekle boş yere kendilerini zora sokuyorlardı. Allah

da onların işini zorlaştırdı. Musa dedi ki: "Allah diyor ki: O, ne yaşlı

-yani doğuramayacak kadar yaşlı- ne de körpe; -yani hiç doğurmamış-

ikisinin arasında bir inektir." Kadınlar ve dişi hayvanlar için

kullanılan "avân" niteliği, yaşlılıkla körpelik arası orta yaş demektir.

Buna rağmen yüce Allah onlara acıyor ve gereksiz yere soru

sormamalarını öğütlüyor. Durumlarını zorlaştırıcı tavırlardan

sakınıp yapılan açıklamalarla yetinmeleri uyarısında bulunuyor:

"Hadi, size emredileni yapın." Ne var ki onlar, bu uyarıyı dikkate

almıyorlar ve "Bizim için Rabbine da et, onun renginin ne olduğunu

bize açıklasın." diyorlar. Musa da şöyle diyor: "Alla diyor ki: O,

halis ve koyu sarı, -koyu ve parlak bir sarı- bakanlara sevinç veren

bir inektir."

 

İneğin tanımlanmasına ilişkin açıklama böylece tamamlanıyor.

Onun nasıl bir şey olduğu ve renginin ne olduğu açıklığa kavuşuyor.

Buna rağmen onlar hoşnut olmuyorlar ve tekrar başlangıçtaki

sözlerine dönüyorlar; utanmadan, sıkılmadan, "Bizim için

Rabbine dua et, o-nun ne (biçim bir inek) olduğunu bize açıklasın.

Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu. Allah dilerse, (bu

kez) mutlaka ona iletileceğiz." diyorlar. Hz. Musa üçüncü kez onun

nasıl bir şey olduğunu açıklamak durumunda kalıyor, onlara

şöyle cevap veriyor: "Allah diyor ki: O, yer sürmeyen, ekin sulamayan,

boyunduruk altına alınmamış -çifte koşulmamış- bir inektir..."

Bu açıklamanın sonunda, söyleyecek bir şey bulamıyorlar, zorun-

lu olarak, "İşte şimdi gerçeği getirdin." diyorlar. Kesin delillerle

susturulan ve artık gerçeği kabul etmekten başka seçeneği olmayan

insanların söylediği türden bir sözdür bu. Reddetmek için

bir yol bulamıyorlar. Bu yüzden gerçeği onaylamak zorunda kalıyorlar.

Dolayısıyla önceki sözlerin tam anlamıyla açık olmadığı

bahanesini ileri sürüyorlar. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür:

"... onu kesmişlerdi. Ancak az kalsın yapmayacaklardı."

 

"Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız."Bu ifade, kıssanın başlangıcını anlatmaktadır. Ayetin orijinalinde geçen ifadenin mastarı olan "tedaru", "tedafu" anlamındadır;

yani, kendini savunup başkasını suçlamak demektir ve

"defaa" anlamında "deree" kökünden gelir. Ortada öldürülen bir

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 321

 

adam vardı, her taife de suçu başkasının üzerine atıyordu. Yüce

Allah da onların gizlediklerini açığa çıkarmak istiyordu.

 

"İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun, demiştik." Zamirlerden birincisi öldürülen adama dönüktür; ikincisi ise ineğe dönüktür. Şöyle de diyenler olmuştur: "Bu kıssanın anlatımı ile kastedilen şey, Tevrat'ta yer alan ve bizim de naklettiğimiz söz konusu hükmün yasalaştırılmasının sebebini açıklamaktır. Ölünün diriltilmesinden

maksat ise, bu hükmün yasalaşması sonucu, öldürülenin kanının kimin tarafından döküldüğünün ortaya çıkmasıdır.

 

Yani burada sözü edilen hayat, yüce Allah'ın "Kısasta sizin için

hayat vardır." (Bakara, 179) şeklindeki sözünde geçen hayat gibi bir

hayattır. Yoksa, mucize yoluyla diriltme olayı söz konusu değildir.

Ancak sizin de takdir edeceğiniz gibi kıssanın akışı, özellikle, "İneğin

bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun, demiştik. İşte Allah,

ölüleri böyle diriltir." ifadesi, böyle bir yoruma engel oluşturmaktadır.

 

"Sonra, bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Şimdi o kalpler, taş gibi,

hatta daha da katıdır." Kalpteki katılık, taştaki sertlik düzeyindedir.

Ayetin orijinalinde geçen "ev" edatı, "bel=hatta" anlamındadır.

Daha doğrusu, "bel" edatının kullanıldığı yerde kullanılmıştır. Kalplerin

taştan da katı olabileceğini şöyle açıklıyor: "Çünkü taşlardan

öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar." Bu ifadede taş ile su karşılaştırılıyor.

 

Çünkü taş sertliğin sembolüdür, su ise yumuşaklığın.

Buna rağmen sertliğin sembolü olan taştan, yumuşaklığın sembolü

olan su kaynar. Sert taş yarılır içinden yumuşak sular akar. Ama

onların kalbinden gerçeği kucaklayacak bir duygu yansımaz, pratik

ve somut gerçeği yansıtacak bir hak söz ağızlarında çıkmaz.

 

"Öylesi de var ki, Allah korkusundan (yukarılardan) aşağıya düşer."

Taşların aşağıya düşmesi; bildiğimiz gözlemlediğimiz, dağların doruklarındaki kayaların parçalanıp yer sarsıntıları veya kışın aralarında

oluşan buzların bahar mevsiminde eriyip suya dönüşmesi

sonucu aşağı doğru yuvarlanmasıdır. Doğal sebeplerine bağlı bu

yukarıdan düşüşün yüce Allah'ın korkusundan kaynaklanan bir

düşüş olarak nitelendirilmesi, bütün sebeplerin yüce Allah'ta son

bulduğundan dolayıdır. Onun için taşın özel nedenlere bağlı olarak

aşağı doğru yuvarlanması, yüce Allah'ın ona yuvarlanmaya ilişkin

verdiği emre itaat etmesi demektir. Dolayısıyla o, varlığıyla

 

322....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Rabbinin kendisine yönelik emrini algılamaktadır. Nitekim yüce

Allah şöyle buyuruyor: "Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey

yoktur. Ama siz onların tes-bihlerini anlamazsınız." (İsrâ, 44) "Hepsi

ona boyun eğmiştir." (Bakara, 116) Korku bilinçli edilgenliktir. O

da Allah'ın korkusu ile yuvarlandığına göre, bu yuvarlanışında bilinçlidir.

Bu bakımdan ele aldığımız ayet şu ayetleri andırmaktadır:

"Gök gürültüsü, övgüsüyle, melekler de korkusundan O'nu

tesbih ederler." (R'ad, 13) "Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister

istemez Allah'a secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam." (R'ad,

15) Bu ayetlerde gök gürlemesinin çıkardığı ses, övgüyle Allah'ı

tesbih etme olarak nitelendirilmiştir. Gölgenin yüce Allah'a secde

ettiği vurgulanmıştır. Buna benzer daha birçok ayet vardır ki, ifadenin

tahlil niteliğinde olduğu gün gibi ortadadır.

 

Kısacası; "Öylesi de var ki, Allah korkusundan (yukarılardan)

aşağıya düşer." ifadesi, kalplerinin taştan daha katı ve duyarsız

olduğunu vurgulamaya yönelik ikinci bir açıklamadır. Çünkü taş

Allah'tan korkar, O'nun korkusundan yukarıdan aşağı düşer. Ama

onların kalpleri, ne Allah'tan korkar, ne de O'ndan çekinir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Mehasin adlı eserde, "Size verdiğimizi kuvvetle tutun." ifadesiyle

ilgili olarak İmam Sadık'a (a.s), "Bundan maksat beden

kuvveti midir? Yoksa kalp kuvveti midir?" diye sorulduğu, İmam'ın

da, "Her ikisi de kastedilmiştir." şeklinde cevap verdiği rivayet edilir.

[c.1, s.319]

 

Ben derim ki: Aynı hadis Tefsir'ul-Ayyâşî'de de rivayet etmiştir.1

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "İçindekileri (sürekli) hatırlayın." ifadesiyle

ilgili olarak, Halebî'nin şöyle rivayet ettiği belirtilir: "İçindekilerini

hatırlayın, onu terk etmekle uğranılacak cezayı unutmayın." [c.1,

s.45, h: 53]

---------

 

1- [c.1, s.45, h: 52]

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 323

 

Ben derim ki: Bu mesajı, "ve dağı üstünüze kaldırmıştık, 'Size

verdiğimizi kuvvetle tutun.'..." ifadesinin oluşturduğu atmosferden

de algılamak mümkündür.

 

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet

edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Eğer İsrailoğulları, 'Allah

dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletiliriz.' demeselerdi, hiçbir

zaman o ineği bulamazlardı ve eğer herhangi bir ineği ilk etapta

alıp kesselerdi, yeterli olacaktı. Ama onlar işi yokuşa sürdüler, yüce

Allah da işlerini gittikçe zorlaştırdı." [c.1, s.77]

 

Tefsir'ul-Kummî'de belirtildiğine göre, İbn-i Fazzal diyor ki, İmam

Rıza'nın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Yüce Allah,

İsrailoğullarına bir inek kesmelerini emretti. Ama onlar daha fazla

açıklama istediler. Bunun üzerine yüce Allah işlerini zorlaştırdı."

 

el-Meanî'de ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de Bezentî'nin şöyle dediği belirtilir:

İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediğini duydum:

"İsrailoğullarından bir adam, akrabalarından birini öldürdü. Sonra

adamın ölüsünü tutup İsrailoğullarından üstün nitelikleriyle bilinen

bir oymağın yolunun üzerine attı ve gidip öldürülmüş akrabasının

kan bedelini istedi. Musa'ya dediler ki: 'Falanca oğulları oymağı

falanca adamı öldürdüler. Bize katilin kim olduğunu bildir.'

Hz. Musa, 'Bana bir inek getirin.' dedi. Onlar, 'Bizimle alay mı ediyorsun?' dediler. Hz. Musa, 'Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım.'

dedi. Şayet herhangi bir inek getirselerdi, yükümlülükten kurtulacaklardı.

Fakat onlar işi yokuşa sürdüler, yüce Allah da yükümlülüklerini

zorlaştırarak arttırdı. Dediler ki: 'Bizim için Rabbine dua

et, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın.' Musa dedi ki: O

diyor ki: O inek ne yaşlı, ne de körpedir; yani ne küçük, ne de büyüktür; ikisinin ortasında bir inektir."

"Eğer bu açıklamayla yetinip herhangi bir inek getirip kesselerdi,

yükümlükten kurtulacaklardı. Ama onlar emredileni yerine

getirmemek için yan çizmeye devam ettiler, yüce Allah da işlerini

gittikçe zorlaştırdı. Dediler ki: 'Bizim için Rabbine dua et, renginin

nasıl olduğunu bize açıklasın.' Dedi ki: 'O diyor ki: O, halis koyu

sarı, bakanlara sevinç veren bir inektir.' Şayet onlar istenen niteliklerde

bir inek kesselerdi, görevlerini yerine getirmiş sayılacaklardı;

ama kıvırmaya devam ettiler, yüce Allah da yükümlülüklerini

 

324 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bir kat daha arttırdı. Dediler ki: 'Bizim için Rabbine dua et, onun

nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt

edilemez oldu. Allah dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletiliriz.' Dedi

ki: 'O şöyle diyor: 'O, yer sürmeyen, ekin sulamayan, boyunduruk

altına alınmamış, serbest dolaşan ve alacası bulunmayan bir inektir.'

'İşte şimdi gerçeği getirdin.' dediler. Ardından istenen niteliklere

sahip bir inek aramaya koyuldular. Sonunda İsrailoğullarına mensup bir gencin yanında bu nitelikte bir inek buldular. Genç, 'Onu ancak derisi dolusu altın karşılığı satarım.' dedi. Bunun üzerine Musa'nın yanına gelip durumu ona bildirdiler. usa, onu satın almalarını istedi. Onlar da gidip bedelini ödeyerek ineği satın aldılar. Hz. Musa ineği kesip kuyruğu ile ölüye vurmalarını emretti. İsteneni yapınca ölü dirildi ve 'Ey Allah'ın resulü, beni öldüren amcamın oğludur. Beni öldürdüğü iddia edilen diğer kişi suçsuzdur.' dedi. Böylece katilin kim olduğunu öğrenmiş oldular."

"Bazı arkadaşları Hz. Musa'ya, 'Bu ineğin ilginç bir öyküsü vardır.'

dediler. Hz. Musa, 'Nedir bu?' dedi. Dediler ki: 'İsrailoğullarına

mensup bir genç babasına iyi davranırdı. Bir gün bir mal satın almıştı,

babasının yanına döndüğünde anahtarların onun başının altında

olduğunu gördü. Fakat o, babasını uyandırmak istemedi ve

söz konusu malı almaktan vazgeçti. Daha sonra babası uyanınca,

ona meseleyi açtı. O da, 'İyi ettin, kaçırdığın mala karşılık bu inek

senin olsun.' dedi. Hz. Musa, bu öyküyü anlatana dedi ki: İyi davranışa

bak, sahibine ne kadar yararlı oluyor."

 

Ben derim ki: Gördüğüm gibi bu rivayetlerle, ayet-i kerimelerden

edindiğimiz genel değerlendirmeler arasında bir uyum vardır.

 

KONUYLA İLGİLİ FELSEFÎ BİR İNCELEME

 

Gördüğünüz gibi bu sure, gerek İsrailoğullarına ve gerekse

başka topluluklara ilişkin kıssalarda sözü edilen birtakım mucizeler

içermektedir. Denizin yarılması ve Firavun hanedanının denizde

boğulması gibi: "Hani izin için denizi yarmıştık da sizi kurtarmış,

Firavun hanedanını (denizde) boğmuştuk." İsrailoğullarına

yıldırımın çarpması ve öldükten sonra tekrar diriltilmeleri gibi:

"Hani siz, 'Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız.'

demiştiniz. Bunun üzerine, sizi yıldırım kapıverdi." Üzerlerine

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 325

 

bulutun gölgelik yapılması, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi

gibi: "Bulutu üstünüze gölgelik yapmıştık." Taştan göz göz

pınarların fışkırması gibi: "Hani Musa, kavmi için su istemişti..."

Üstlerine dağın kaldırılması gibi: "ve dağı üstünüze kaldırmıştık."

Aralarında bazılarının başka bir yaratığa dönüşmesi gibi: "Onlara,

'Aşağılık maymunlar olun.' demiştik." Boğazlanmış ineğin etinden

bir parçanın öldürülmüş adama değdirilmesi sonucu adamın dirilmesi

gibi: "Bunun için de, 'İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene)

vurun.' demiştik." Başka bir topluluğun diriltilmeleri gibi:

"Yurtlarından çıkanları görmedin mi?..." [Bakara, 243] Harap olmuş

bir beldeye uğrayan kişinin öldükten sonra mucizevî bir biçimde

diriltilmesi gibi: "Ya da (duvarları, çatıları üstüne yığılmış, alt üst

olmuş,) ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi)?"

[Bakara, 259] Hz. İbrahim'in eliyle kuşların diriltilmeleri gibi: "Hani

bir zaman İbrahim, 'Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.'

demişti." [Bakara, 260]

 

Kur'ân'da sözü edilen ve sayıları on ikiyi bulan bu olağanüstü

mucizelerin büyük çoğunluğu, İsrailoğullarıyla ilgili olarak gerçekleşmiştir.

 

Bundan önce, mucizevî olayların gerçekleşebileceğini ve

varlık âleminde olağanüstü gelişmelerin her zaman mümkün olduğunu

vurgulamıştık ve bunun genel neden-sonuç yasası ile çelişmediğini

dile getirmiştik. Bununla da, mucizelere ilişkin ayetlerin

zahirlerinden anlaşılan anlamları yorumlamanın, bu ayetlere,

zahirlerinden anlaşılandan farklı anlamlar yüklemenin bir kanıta

dayanmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü bu gibi olgular, üçün iki tam

sayıya bölünmesi ve çocuğun aynı zamanda kendi kendisinin babası

olması gibi mümkün olmayan şeyler değiller.

Evet, ölülerin dirilmesi ve başka bir varlığa dönüşüm gibi mucizeler

ayrı bir incelemenin konusudurlar. Bu gibi mucizelerle ilgili

olarak şöyle bir şüphe ileri sürülmüştür: Yerinde kanıtlanmıştır ki,

kemal ve fiililik kuvvesine sahip bir varlık kuvveden fiile dönüşünce

onun bir kez daha kuvveye dönüşmesi imkânsız olur. Aynı şekilde

varoluşsal olarak mükemmellik niteliğine sahip olan bir şey

de, olgunlaşma süreci içinde varoluşsal olarak olduğundan daha

noksan bir mükemmellik konumuna dönüş yapmaz. İnsanoğlu da

ölüm sonucu maddeden soyutlanır, misalî ya da aklî niteliğe sahip

soyut bir varlığa dönüşür. Bu varoluş aşamalarının her ikisi de,

 

326 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

maddî varoluş aşamasından daha ileridirler. Bu düzeylerdeki varoluş,

maddî varoluştan daha güçlüdür. Dolayısıyla ölümden sonra

ruhun tekrar maddeye yönelmesi, ilgi duyması imkânsızdır. Aksi

taktirde, fiile dönüşen bir şeyin tekrar kuvveye dönüşmesi gerekecek

ki, bu muhaldir. Ayrıca, insanoğlu varoluş bakımından diğer

canlı türlerinden daha güçlü bir konumdadır. Böyle bir varlığın da

"mesh" aracılığı ile öteki canlı türlerinden birine dönüşmesi imkânsızdır.

 

Ben derim ki: Kuvveden fiile geçen bir şeyin tekrar kuvveye

dönüşmesinin imkânsızlığı, kuşkusuz gerçektir. Ne var ki, ölenin

bir kez daha dünya hayatına dönmesinde, aynı şekilde "başka bir

canlıya, varlığa dönüşüm" olayında kuvveden fiile geçmek söz konusu

değildir. Bunu şöylece izah etmek mümkündür: Somut olguların

ve kanıtların verilerine göre, bitkisel maddî cevher, hayvanî

tekâmül sürecine girdiği zaman, hayvanîliğe doğru hareket eder,

hayvanî bir biçim alır. Bu biçim, madde ile madde ötesi arasındaki

ara aşamadaki (berzah) özgü soyut bir biçimdir.

 

Bunun hakikati ise, 'şeyin' kendisini cüz'î ve hayalî bir kavrayışla

algılamasıdır. Sözünü ettiğimiz biçim, bitkisel cevher açısından

kâmil bir varoluştur ve söz konusu kuvve açısından cevherî

hareketle elde edilen bir fiililiktir. Dolayısıyla bunun bir gün maddî

cevhere yönelmesi, ona dönüşmesi mümkün değildir. Ancak eğer

söz konusu "şey" maddesinden ayrılır ve o madde, söz konusu

maddî bir biçimle baş başa kalırsa, o başka. Bir hayvanın ölüp hareketsiz

bir cesede dönüşmesi gibi. Bu hayvanî biçim, kendisinden

kaynaklanan algılama faaliyetlerinin, bilmeyle ilgili durumların

kaynağıdır. Hayvanî ruh, söz konusu eylemlerin gerçekleşmesi ile

birlikte bilmeye ilişkin bu durumları özüne nakşeder.

Öze işlenen bu nakışlar üst üste yığılınca, birbirine benzeyen

nakışlardan yepyeni bir nakış meydana gelir. Ve bu, yok edilmez

kalıcı bir biçim ve köklü bir öz varlık olur. Bu yeni ruhsal biçimden,

hayvanî bir tür ortaya çıkabilir, kendine özgü biçimi ve türü olan

özel bir hayvan türü oluşabilir; hile, kin, şehvet, vefa ve ihtiras gibi

biçimlerden biriyle belirginleşebilir. Fakat söz konusu biçimler, öz

varlık hâlini almayınca nefis eski basit aşamasında kalır. Öze ilişkin

cevherî hareketlilikten geri duran bitkiler gibi. Böyle olunca da

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 327

 

bitki olarak kalırlar ve hayvanî faaliyet alanına çıkış yapamazlar.

Şayet berzahî nefis aniden biçim elde etmek suretiyle durumları

ve fiilleri açısından tekâmül ederse, varoluşunun ilk aşamasında

bedeni ile olan ilişkisi kesilir. Ne var ki, berzahî nefis, madde ile

bağlantılı olan algılama faaliyetleri aracılığı ile git gide tedricî bir

tekâmül gerçekleştirir. Nihayet eğer doğal ömrünü ve kendisi için

öngörülen süreyi tamamlarsa, kendine özgü bir canlı türü hâline

gelir. Eğer yok edici ölüm gibi herhangi bir engelden dolayı doğal

ömrünü yaşama ve kendisi için öngörülen süreyi tamamlama imkânını

bulamazsa, basit hayvanîlik niteliğini korur.

 

Aynı şekilde eğer hayvan, insan olma sürecine girerse -insan,

zatını maddeden, onun gereklerinden, oranlar ve renkler gibi ona

ilişkin olgulardan soyutlanmış olarak bütünsel bir yaklaşımla düşünebilen

bir varlıktır- cevherî hareketle aklın kuvve merhalesi olan

misal fiilîliğinden çıkar, soyut akıl fiilîliğine girer. Böylece fiilî

olarak insan biçimini kazanır. İşte bu fiilî durumun yeniden, hayvan

için söz konusu olan kuvvesine, yani misalî soyutluğa dönüşmesi

muhaldir. Ayrıca, bu biçimin de kendine özgü fiil ve durumları

vardır. Bunların tedricî birikimi sonucu özel bir biçim oluşur. Bu

da hayvanî türe ilişkin olarak söz konusu edilen durumun bir benzeri

olmak üzere, insan türüne ilişkin yeni bir çeşitliliğe yol açar.

Yaptığımız açıklamayı anladıysan, şu varsayımı rahatlıkla kavrarsın:

 

Diyelim ki, bir insan öldükten sonra tekrar dünyaya döndü

ve ruhu yeniden maddeye bağlandı. Özellikle daha önce bağlı bulunduğu

maddî biçime yeniden kavuştu. Bu durum ruhunun soyutlanmışlığını

geçersiz kılmaz. Çünkü ruh ilginin kesilmesinden önce

de soyutlanmış durumdaydı. Aynı şekilde ikinci bir bağlantıdan

sonra da soyutlanmışlığını korur. Ölüm olayı ile birlikte meydana

gelen durum, ruhun madde içindeki faaliyetlerinin bağlantısını

sağlayan araçları kaybetmesidir. Dolayısıyla artık ruh maddî bir

eylem gerçekleştirememektedir. Tıpkı gerekli araç ve gerecini yitiren

bir sanatkâr gibi. Ruh madde ile olan bağlantısını yeniden sağlayınca,

bedensel güçlerini ve araçlarını yeniden kullanmaya başlar.

Fiiller aracılığı ile kazandığı yeni durumlar ve melekeler sergiler.

Bunlar daha önce elde ettiği durumlardan daha üstün bir konumda

olurlar ve bunlar sayesinde yeni bir tekâmül gerçekleştirmiş

olur. Dolayısıyla bu madde ile yeniden bağlantı kurmak, bir

 

328 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

geriye dönüş, olgunluk konumundan noksanlık konumuna iniş ve

fiilden kuvveye geçiş değildir.

 

Desen ki: Buna göre, sürekli aksiliğin, zorlamanın mümkün

olduğunu söylemek gerekir. Hâlbuki bunun yanlış olduğu kesindir.

Çünkü bedenden kopmuş soyut ruh, ikinci kez maddeyle bağlantı

kurması dolayısıyla, maddî fiiller açısından karakteristik bir tekâmüle

kavuşabilecekse, onu sonsuza dek bu tekâmülden yoksun

bırakmak, karakteristik olarak sahip olması gereken bir nitelikten

yoksun bırakmak anlamına gelir. Çünkü her ruh, mucizevî bir şekilde

ya da olağanüstü bir yöntemle tekrar dünyaya dönmez. Şu

hâlde kesintisiz yoksunluk, sürekli bir zorlamadır.

 

Buna karşılık ben derim ki: Dünya hayatında kuvveden fiile

geçen ve belli bir sınıra varıp ardından ölen ruhlar açısından, sürekli

olarak bir adım ötede bekleyen bir tekâmül imkânı söz konusu

değildir. Aksine; ruh, bir süre sonra sahip bulunduğu fiililik

durumu üzere istikrar kazanır. Ya da kendine uygun aklî biçimi alarak

eriştiği düzeyi korur. Böylece söz konusu imkân da ortadan

kalkar. Çünkü birtakım iyi ve kötü ameller işlemiş olmasına rağmen

basit ve yalın bir ruhla ölen insan, eğer bir süre daha yaşayacak

olsaydı, yalın ruhuna mutlu veya mutsuz bir biçim kazandırabilirdi.

Aynı şekilde eğer öldükten sonra tekrar dünyaya dönerek

bir süre daha yaşayacak olursa, eski biçimi üzerine yeni ve özel bir

biçim edinebilir. Dönmediği takdirde ise, dünya ve ahiret arası ara

dönemde (berzah âleminde) daha önce işlediği amellerden dolayı

ya ödüllendirilir, sevap alır ya da cezaya çarptırılarak azap görür.

Ta ki, geçmiş misalî biçimine uygun aklî bir biçim alana kadar.

Böylece de söz konusu imkân geçersiz olur ve sadece aklî tekâmül

imkânı kalır. Eğer dünyaya dönecek olursa, -peygamberler ve

velilerin öldükten sonra tekrar dünyaya dönecekleri varsayımı gibi-

maddî bakımdan ve madde ile bağlantılı fiiller açısından başka bir

aklî biçim elde edebilir. Dönmediği takdirde ise, onun için kazandığı

kemal ve kemal yolu üzerindeki derecelerden başka bir şey

olmaz.

 

Bilindiği gibi bu, sürekli bir zorlama olarak değerlendirilemez.

Eğer ruhun, birtakım etkenler ve etkin illetlerin sonucu kendisi için

mümkün olan tekâmülden yoksun olması sürekli bir zorlama ola-

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 329

 

rak kabul edilecek olursa, didişme ve çekişme yurdu olan bu dünyadaki

olayların büyük çoğunluğu ya da tümü, sürekli zorlama olarak

değerlendirilmelidir. Çünkü doğanın bütün parçaları bütün olayların

üzerinde etkin rol oynar. Hâlbuki sürekli zorlama, türlerden

birinin karakteristik olarak tekâmül gücüne ve kabiliyetine

sahip olması, sonra da bunun belirtilerini, ya kendi içinden ya da

dışarıdan kaynaklanan ve karakteristik özelliğin işlevsiz bırakılmasına

dönük olan bir olgunun etkisi sonucu, hiçbir zaman dışa

vuramamasıdır. Bu durumda söz konusu türün tekâmül edebilme

kabiliyetiyle donatılması saçma, gereksiz ve anlamsız olur. Gerisini

sen anla artık.

 

Aynı şekilde, eğer bir insanın biçiminin değiştiğini, maymun ve

domuz gibi herhangi bir hayvanın biçimine büründüğünü varsayarsak,

bu, biçim üstüne biçim şeklinde gerçekleşir. Buna göre o,

insan domuzdur veya insan maymundur. İnsanlığı devre dışı kalmış,

onun yerini domuzluk veya maymunluk almış değildir. Çünkü

insan kendisi için karakteristik biçimlerden birini elde ettiği zaman

ruhunu onunla biçimlendirmiş olur. Bu biçimin tıpkı öldükten

sonra ahirette olacağı gibi, dünyada da gizlenmişlikten açıklığa

çıkmasının imkânsız olduğuna ilişkin bir kanıt elde mevcut değildir.

Daha önce de vurgulandığı gibi insan ruhu, ilk varoluş aşamasında,

özel bir biçimde türlenebilecek, belirsizlikten sonra belli bir

biçim alabilecek, mutlaklıktan sonra sınırlandırılabilecek bir basitliktedir.

Şu hâlde meshedilmiş insan, biçim değiştirmiş insandır.

İnsanlığını yitirmiş değildir. Bizler günlük yayınlarda Avrupa ve

Amerika'daki bilimsel kurumların yayınladıkları bildirilerde ölümden

sonra hayatın olabileceğine ve insan şeklinin mesh yoluyla

değişebileceğine ilişkin haberler okuyoruz. Gerçi biz, bu tür meseleleri

ele alırken sırf bu tür haberlere dayanarak düşünce üretmeyiz,

ama bir araştırmacı da dün okuduğunu bugün unutmamalıdır.

Desen ki: Şu hâlde, tenasuha (reenkarnasyon) inanmamak için

herhangi bir neden yoktur.

 

Buna karşılık vereceğimiz cevap şudur: Bu yaklaşım kesinlikle

doğru değildir. Çünkü, kendine özgü tekâmülünü tamamlayan bir

ruhun bedenden ayrılmasından sonra diğer bir bedene girmesi

demek olan tenasuh imkânsızdır. Çünkü ruhun girdiği bu bedenin

 

330 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

eğer bir ruhu varsa, bu durumda tenasuh soncu iki ruh aynı bedende

bir araya gelmiş olacaktır. Bu ise, çoğun birliği ve birin çokluğu

demektir. Yok eğer söz konusu bedenin ruhu yoksa, o zaman

da fiilî olanın kuvveye dönüşmesi söz konusu olur. Yaşlı adamın

çocuk hâline gelmesi gibi. Aynı şekilde, yaptığımız bu açıklamalardan

çıkan sonuca göre, tekâmülünü tamamlayıp bedenden ayrılan

insan ruhunun bitkisel veya hayvanî bir bedene geçmesi de

imkânsızdır.

 

KONUYLA İLGİLİ İLMÎ VE AHLÂKÎ BİR İNCELEME

 

Kur'ân-ı Kerim'de en çok sözü edilen, hayatlarından kesitler

sunulan topluluk İsrailoğullarıdır. Adı en fazla geçen peygamber

de İm-ran oğlu Musa'dır (selâm üzerine olsun). Söylenene göre,

Hz. Musa'nın adı yüz otuz altı yerde geçer. Bu sayı, Hz. Musa'dan

sonra en çok adı geçen peygamber olan Hz. İbrahim'in adının sayısından

bir kat daha fazladır. Çünkü yine söylenene göre, Hz. İbrahim'in

adı da altmış dokuz yerde geçmiştir. Bundaki belirgin

amaç şudur: İslâm, Allah'ın birliği ve ortaksızlığı esasına dayanan

hanif dindir. Bu dinin temelleri Hz. İbrahim döneminde atılmış ve

nihayet yüce Allah, sevgili peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.a)

gelişi ile birlikte bu dini tamamlayıp kemale erdirmiştir. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "Babanız İbrahim'in dini (böyleydi). O,

sizi daha önceden Müslümanlar olarak adlandırdı." (Hac, 78)

Uluslar içinde en inatçı, en dik baş, hakka boyun eğmekten en

çok kaçınan ulus, İsrailoğullarıdır. Nitekim Peygamber efendimizin

muhatap olduğu Arap kâfirleri de bu niteliğe sahiptiler. Öyle ki

yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Hiç kuşkusuz, şu

kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar."

(Bakara, 6) İsrailoğullarıyla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'in

sözünü ettiği hiçbir aşağılık nitelik yoktur ki, Arap müşriklerinde

bulunmasın. Onlar da tıpkı İsrailoğulları gibi pislik içinde yüzüyorlardı.

Katı yüreklilikte, anlayışsızlıkta İsrailoğullarından geri kalır

bir yanları yoktu.

 

Kur'ân-ı Kerim'de İsrailoğullarıyla ilgili kıssalar üzerinde iyice

düşündüğün zaman göreceksin ki, İsrailoğulları maddeye bağlanan,

ondan vazgeçemeyen bir topluluktur. Tek hedefleri duyu or-

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 331

 

ganlarının sağladığı maddî hayata ilişkin zevklerdir. Bu topluluk

duyu ötesine inanmazdı, sadece zevklerinin ve maddî doygunluğun

peşinde koşarlardı. Nitekim bugünkü Yahudiler de aynı karaktere

sahiptirler. Bu karakterleri, akılları ve iradelerinin duyu organlarının

ve maddenin kontrolünde olmasını sağlamıştı. Ancak duyularının

ve maddenin elverdiği ölçüde akledebiliyor ve ancak bunların

izin verdiği sınırlar içinde iradelerini kullanabiliyorlardı. Bütünüyle

duyularına bağlı olmalarından dolayı, duyu organlarıyla algılayamadıkları

bir şeyi gerçek de olsa kabul etmiyorlardı. Maddeye

bağlılıkları yüzünden, maddî güzelliklere ve hayatın çekici süslerine

sahip olan büyüklerinin her dediğini yanlış da olsa kabul ediyorlardı.

Bu da onların söz ve fiillerinin çelişmesine yol açmıştı.

Onlar, duyularından uzak olduğu sürece, uyulması gerekiyor olsa

da, gelenek adına uygulanan her hususu kınayarak reddederlerdi.

Ama uyulmaması gerekiyor olsa da, maddî tutkularıyla uyum içinde

olan, hayatın zevki adına diye yapılan her şeyden övgüyle

söz ederlerdi. Onların bu karaktere sahip olmalarını sağlayan etkenlerin

başında uzun süre Mısırlıların egemenliği altında, onların

köleleri olarak onur kırıcı bir hayat yaşamaları gelir. Mısırlılar onlara,

kötü işkenceler yapıyor, oğullarını öldürüp kadınlarını sağ bırakıyorlardı.

Bunda Rablerinden onlara yönelik büyük bir sınav

vardı.

 

Kısacası İsrailoğulları, bu sebeplerden dolayı peygamberlerinin

ve dini hayata geçirme misyonunu üstlenen bilginlerinin, onların

dünya ve ahiret mutluluklarına yönelik sözlerine uymada çok

ağır davranırlarken, aralarındaki müstekbirlerin ve haktan yüz çevirenlerin

çağrılarından çok çabuk etkilenirlerdi. (Bu hususta Hz.

Musa ve başkalarına karşı takındıkları tavırları hatırlayabilirsiniz.)

Hak ve hakikat, bugün de Batıda ortaya çıkan madde eksenli

medeniyete karşı benzeri bir sınav vermektedir. Bu medeniyet de

duyulara ve maddeye dayanmaktadır. Duyularca algılanmayan

hiçbir kanıtı kabul etmiyor ve duyularca algılanan maddî bir lezzet

kapsayan bir şey hakkında da kanıt arama gereğini duymuyor. Bu

yüzden Batı medeniyeti, eşya ve olaylara ilişkin yargılarında insanî

karakteristiği devre dışı bırakmıştır. Yüksek bilgiler ve üstün ahlâk

insanlık âleminden uzaklaşmıştır. Dolayısıyla insanlık yok oluş

tehdidiyle burun burunadır. İnsanoğlu yeryüzündeki serüveninde

 

332 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bugüne kadar tanık olmadığı korkunç bir fesadın, dejenerasyonun

ölümcül tehdidi altındadır. Bir zaman sonra bunun haberleri

duyulacaktır.

 

Oysa ahlâk alanında yapılacak bir araştırma aksi bir sonuç verecektir.

Çünkü her kanıt zorunlu olarak istenmez ve her gelenek

de zorunlu olarak kötülenmez. Şöyle ki: Beşer türü, insan olması

hasebiyle iradeye bağlı fiilleri ile hayatta kendisi için öngörülen

kemale doğru yol alır. İradesi de düşünceye bağlıdır. Düşünce olmadan

iradenin gerçekleşmesi imkânsızdır. Dolayısıyla zorunlu

varoluş kemalinin dayandığı biricik temel düşüncedir. Bu yüzden

insanın varoluşsal kemali ile dolaylı veya dolaysız bağlantısı bulunan

pratik veya teorik bilgilerinin bulunması kaçınılmazdır. Bunlar

bireysel ve toplumsal eylemlerimizi ya da zihnimizde tasarlayıp da

eylemlerimiz aracılığı ile dış âlemde elde ettiğimiz şeyleri gerekçelendirdiğimiz önermelerdir.

 

Ayrıca, insanın temel bir özelliği de, karşılaştığı olayların ya da

zihnine hücum eden bilgilerin sebebini araştırma gereğini duymasıdır.

Gerektirici illeti (nedeni) zihninde belirlemediği sürece bir insanın,

dış âlemin yansıması olarak zihninde oluşan şeyin gerçekleşmesine

yol açacak bir eylemi gerçekleştirmesi düşünülemez.

Aynı şekilde insanoğlu, illetinin onaylanmasına dayanmayan teorik

bir onayı da kabul etmez. İşte bu, insanın ayrılmaz bir karakteridir,

onsuz edemediği özelliğidir. Şayet bu karakterin aksini gösteren

bazı örnekler bulursak, üzerinde biraz düşündükten sonra

hiçbir kuşku kalmaz, onların da bir illete dayandığı gün yüzüne

çıkmış olur. Çünkü bu temele dayanıp güvenmek, insanın öz yaratılışının

bir gereğidir. İnsanın öz yaratılışı, yani fıtratı ise, değişmez

ve fiilleri arasında başkalaşım söz konusu olmaz. Bu da doğal ihtiyacın

çok geniş çaplı olduğundan dolayı, insanı gücünün üstündeki

bir düşünsel eyleme ve bundan kaynaklanan fiillere yöneltir.

İnsanoğlu, sırf kendisine güvenerek ve sadece kendi doğal gücüne

başvurarak bu ihtiyacı ortadan kaldıramaz. İnsanın öz yaratılışı,

onu toplum içinde destek ve güç araştırmasına yöneltir. Medeniyet

dediğimiz şey de budur. Böylece söz konusu ihtiyaç kapıları

toplum birey-leri arasında bölüştürülmüş olur. Her bir ihtiyacın

giderilmesi bir gruba yüklenir. Tıpkı bir canlı organizmanın, görev-

 

Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 333

 

leri değişik, ama amaçları bir olan organları gibi, tümünün çabası

organizmanın ihtiyacının giderilmesine yönelik olur. İnsanlığın ihtiyaçları

da nitelik ve kapasite olarak sürekli gelişme kaydetmekte,

sürekli artmaktadır. Yeni sanat, bilim ve sanayi dalları ortaya

çıkmaktadır. Buna paralel olarak bilginler ve sanatkârlar arasında

her gün yeni uzmanlar yetişmektedir. Bilimler ve sanatların birçoğu,

bir zamanlar tek bir bilim, tek bir sanat sayılıyor, tek bir kişi

üstesinden gelebiliyordu. Ama bugün bunların her bir dalı başlı

başına bir bilim ya da bir sanat kabul edilmektedir. Söz gelimi, tıp

bilimi geçmişte doğa biliminin bir dalı sayılıyorken, bugün kendi

içinde birçok dallara ayrılmış ve bir uzman ancak onun bir dalı ile

ilgili olarak öne çıkabilir.

 

Bu durum, öz yaratılışın da ilham etmesi ile birlikte, insanı sadece

kendi alanında bağımsız davranmaya, ilgi alanının illetini araştırırken

kendi uzmanlığını kullanmaya ve bunun dışındaki hususlarda,

deneyimine ve maharetine güvendiği kimselere uymaya

yöneltir.

 

Toplum fertlerinin akıllıları deneyimli kişilere başvurmayı öngörürler.

Bu tür bir uymanın ve meşhur deyimiyle taklidin gerçek

mahiyeti, insanın, kanıtsal ayrıntılarını elde edemediği hususlar

da ayrıntısız, kısa kanıta uymasıdır. İlletini ve kanıtını ayrıntılı biçimde

elde edebildiği hususlarda, tek başına ayrıntılı kanıtı araştırmaya

koyulması insanın öz yaratılışından olduğu gibi, bu da öz

yaratılıştan kaynaklanan bir tavırdır.

 

Meselenin özü ise şudur: İnsanoğlu, bilgiden başkasına

dayanmaz. Öz yaratılışı açısından zorunlu olan da içtihattır. İçtihat,

elinden geldiği hususlarda bağımsız araştırma yapmak demektir.

Taklit ise, bilmeyenin, bilgisi ve kapasitesi dahilinde olmayan hususlarda,

bilene başvurup verdiği bilgilere uymasıdır. İnsan türü içinde

bir bireyin, dünya hayatının temel dayanağı olan tüm hususlarda

kendi başına davranabilmesi, bağımsız hareket etmesi imkânsız

olduğu için, herhangi bir hususta başkasına uymamak ve

taklitsizlik imkânsızdır. Onun için kim hayatta hiç kimseyi taklit

etmediğini iddia ederse veya böyle bir sanıya kapılırsa, o kendini

bilmeyen bir budaladır.

 

334 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Evet, tıpkı ulaşılması ve elde edilmesi mümkün olmayan bir

hususta içtihat yapmaya kalkışmak gibi, insanın illetine ve sebebine

ulaşabileceği hususlarda başkasını körü körüne taklit etmesi

de toplumları yok oluşa sürükleyen, üstün nitelikli uygarlıkları yıkıma

uğratan aşağılık bir hastalıktır. Onun için sadece yüce Allah-

'a sorgusuz sualsiz uyulur. Çünkü tüm sebeplerin vardığı ilk sebep

O'dur.

 

 

Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 335

 

75- Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?

Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işittiler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.

 

76- İman edenlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik" der-ler.

Birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise, "Allah'ın size açtıklarını

Rabbinizin katında aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?" derler.

 

77- Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.

 

336 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

78- Bunların içinde bir de ümmîler (okur-yazar olmayanlar) var

ki, kitabı bilmezler. Bütün bildikleri, birtakım kuruntulardır; onlar,

ancak zannederler.

 

79- Artık vay hâline o kimselerin ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra

az bir değer karşılığında satmak için "Bu, Allah katındandır." diyenlere! Ellerinin yazdığından ötürü vay hâline onların; kazandıklarından ötürü vay hâline onların!

 

80- Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, bize ateş dokunmayacaktır."

De ki: "Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden

asla dönmez.- Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?"

 

81- Hayır, kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşat-mış

olursa, işte onlar ateş halkıdırlar, orada ebedî kalacaklardır.

 

82- İman edip iyi işler yapanlar, işte onlar cennet ehlidir, onlar

orada ebedî kalacaklardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Ayetlerin akışı özellikle sona doğru, Yahudilerin kâfirlerle birlikte

hareket ettiklerini vurgulamaktadır. Özellikle Medineli kâfirlerin

safında yer alıyorlardı. Çünkü birbirlerine komşuydular. Yahudiler,

Pey-gamberimizin gönderilişinden önce Allah'ın elçisinin

destekçileri olarak bilinirlerdi. Din ve kitap hakkında bilgi sahibiydiler.

Bu yüzden herkesten çok onların inanması umuluyordu,

Peygambere (s.a.a) kitle-ler hâlinde gelip iman etmeleri, ona destek

olup, mesajının aydınlığının parlamasına, davetinin yayılmasına

yardımcı olmaları beklenirdi.

 

Fakat Peygamber efendimiz Medine'ye hicret edince, tavırlarından

dolayı onlara yönelik ümit ümitsizliğe, beklenti de karamsarlığa

dönüştü. Bu yüzden yüce Allah, "Şimdi siz bunların size inanacaklarını

mı umuyorsunuz?" buyuruyor. Yani gerçeği örtbas

etmek, sözü çarpıtıp ilâhî mesajı tahrif etmek onların karakteristik

özelliğidir. Şu hâlde sözlerinin tersini yapmaları, verdikleri sözden

dönüp anlaşmalarını çiğ-nemeleri yadırganmamalıdır.

 

"Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?" Bu ifadede

İsrailoğullarına yönelik hitap Peygamber efendimize ve

 

Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 337

 

müminlere yöneltilerek, İsrailoğulları üçüncü şahıs konumuna getiriliyor.

Bununla güdülen amaç şudur: Bakara Kıssası anlatıldığı

sırada, Yahudilerin bu hususta meydana getirdikleri tahrifattan ve

kıssayı Tevrat'tan çıkarmış olmalarından dolayı, hitap İsrailoğulları

yerine Peygamberimize (s.a.a) yöneltilmişti. Daha önce bu hususa

dikkat çekmiştik. Şimdi de aynı tarz da, yani İsrailoğulları üçüncü

şahıs konumuna getirilerek konu tamamlanmak isteniyor ve bu

doğrultuda Allah'ın kitabı üzerinde meydana getirdikleri tahrifata

dikkat çekiliyor. İfadenin gaip sıygası ile sunulması bu yüzdendir.

 

"İman edenlerle karşılaştıkları zaman, 'İman ettik.' derler. Birbirleriyle

baş başa kaldıklarında ise." Buna benzer bir ifade de bu surenin

başlarında geçmişti. Orada şöyle buyruluyordu: "İ-man edenlerle

karşılaştıkları zaman, 'İman ettik.' derler. Fakat şeytanlarıyla baş

başa kaldıklarında ise, derler ki, şüphesiz biz, sizinle beraberiz,

onlarla sadece alay ediyoruz." (Bakara, 14) Ne var ki, oradaki iki

önerme arasındaki karşılık (tekabul) yöntemi burada söz konusu

değildir. Çünkü burada amaç, Yahudilerin suçları ve cehaletlerinden

iki örnek daha sunmaktır:

 

Birincisi: Onlar kendilerini eziyetten, kınamalardan ve ölümden

kurtarmak için müminmiş gibi görünerek münafıklık yapıyorlar,

iki yüzlü davranıyorlar.

 

İkincisi: Onlar gizli-açık her şeylerini bilen yüce Allah'ı aldatabileceklerini

sanıyorlar. Şöyle ki: Onların avam tabakası, bu tabakaya

özgü saflıklarıyla kimi zaman müminlerle rahat bir şekilde konuşabiliyorlardı.

 

Bu sırada kitaplarında yer alan Peygamber efendimize

ilişkin kimi müjdelerden veya Peygamberimizin nübüvvetini

doğrulayan müminlere faydalı olacak kimi bilgilerden söz ederlerdi.

Nitekim ayetlerin vurgusundan bu sonucu çıkarmak mümkündür.

İleri gelenleri, büyükleri, onları bundan sakındırıyor ve "Bu bilgileri

müminlere söylememeniz gerekir, yoksa yüce Allah katında

bunları aleyhinize kanıt olarak kullanırlar." diyorlardı. Sanki müminler

bunları kanıt olarak sunmayacak olurlarsa, yüce Allah onların

durumlarından haberdar olmayacak ve onları sorumlu tutmayacakmış

gibi. Bundan çıkan sonuç, yüce Allah'ın ancak meselenin

görünen kısmını bildiği, meselenin gizli yönünü, iç yüzünü

 

338 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bilmediğidir. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın uluhiyet makamının

yüceliğini kavrayamamaktan kaynaklanan bir cehaletin ürünüdür.

Ulu Allah onların çarpık anlayışlarını şöyle reddediyor: "Bilmiyorlar

mı ki, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor?"

Bu tür bir bilgi yani meselenin iç yüzünü bilemeden sadece dış yüzünü

bilme, duyuya dayalı bir bilgidir. Duyu ise, maddî gereçlerle

donatılmış, zaman ve mekânla sınırlı, birtakım maddî illetlerin ürünü

olan maddî bedene muhtaçtırlar. Böyle bir durum, âlemin bir

parçası olan yaratığın niteliğidir; âlemin yaratıcısının niteliği değildir.

Bu da, İsrailoğullarına ilişkin az önceki değerlendirmemize ilişkin

bir kanıttır. İsrailoğulları maddenin temel değer olduğuna

inandıkları için, yüce Allah'ı da maddî varlıklar gibi değerlendiriyorlardı.

Onun maddenin içinde etkin bir varlık olduğunu ve maddeye

üstünlük sağlayıp ona egemen olduğunu sanıyorlardı; herhangi

bir maddî illetin bir maddî malûlün üzerindeki etkinliği, egemenliği

gibi. Bu çarpık anlayış sırf Yahudilere özgü değildir.

Maddenin temel değer olduğuna inanan tüm toplulukların ortak

anlayışıdır bu. Böyleleri, Allah'ın yüce zatı ile ilgili olarak maddî

varlıklarda gördükleri; hayat, ilim, kudret, ihtiyar, irade, kaza, hüküm,

olayları plânlayıp yönetme ve karar verme gibi sıfatlarla değerlendirme

yapıyorlar. Bu öyle bir hastalıktır ki, hiçbir ilâç fayda

vermez.

 

Mucizeler ve uyarı dolu mesajlar da böyle aklını kullanmayan

top-lumlara kâr etmez. Öyle oldu ki, hak dinle alakası olmayan,

dinin sunduğu gerçeklerden habersiz olanlar, onlarla alay eder oldular.

Dediler ki: Peygamberlerinden, "Allah Âdem'i kendi suretinde

yaratıyorlar." diye rivayet eden Müslümanlara bakın, Allah'ı

Âdem suretinde yaratıyorlar (düşünüyorlar). Bunlar kendilerini

Rableri hakkında iki şeyden birini seçme mecburiyetinde görüyorlardı:

Ya maddeyle ilgili tüm hükümleri Rableri içinde geçerli bilecekler.

Tıpkı Müslümanlar arasında ortaya çıkan müşebbihe ve

müşebbihe olarak tanınmasa da bu konuda onlardan farklı düşünmeyenler

gibi. Ya da O'nun güzel sıfatlarından hiçbir şey anlamadıklarını

söyleyecek, tüm olumlu sıfatları olumsuz sıfatlara

çevirerek Allah'ın sıfatlarını anlatan kelimelerin müşterek kavramlar

olduğunu ileri süreceklerdir. Söz gelimi, "O, vardır, sabittir, â-

 

Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 339

 

limdir, kadirdir, diridir." derken birtakım anlamlarını anlayamadığımız,

kavrayamadığımız kelimeler söylemişizdir. Bu yüzden bunların

anlamlarını olumsuza çevirmek gerekir. "O , yok olucu, gidici,

cahil, âciz ve ölü değildir" gibi.

 

Ey gören gözleri olanlar, varın siz ibret alın! Aslında bu, "Kavramadıkları

şeye inandıkları, anlamadıkları şeye ibadet ettikleri,

hem kendilerinin ve hem de hiç kimsenin akledemedikleri şeye

dua ettiklerine" ilişkin bir itiraftır. Ancak, dinî çağrının sunduğu

bilgiler, onların bu tür batıl düşüncelerden uzaklaşmalarını gerektirecek

oranda açık gerçekler içermektedir. Dinsel öğreti genel olarak

avam kesimi için teşbih ile tenzih arası bir noktada sözün

gerçeğini ve gerçeğin özünü korumalarını öngörmüştür.

Avam kesimi, "Yüce Allah şeylere benzemeyen bir şeydir. O'-

nun bilgisi vardır, ama bizim bilgimize benzemez. O'nun gücü bizim

gücümüz gibi değildir. Hayatı da bizimkine benzemez. İster,

ama bu bir arzudan dolayı değildir. O'nun konuşması da ağız kanalı

ile gerçekleşmez." demek durumundadır. Havas kesimi ise,

onun ayetlerinin üzerinde düşünmeli, dininde derin bilgiye sahip

olmalıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilenlerle bilmeyenler

bir olur mu? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar." (Zümer, 9)

Havas kesiminden olan insanlar avam kesiminden olan insanlarla

aynı bilgi düzeyine sahip olmadıkları gibi, bunların yüküm-lülükleri

de bir olmaz. Eğer benimseyip uyacaklarsa kendileri ile ilgili dinî

prensip budur.

 

"Bunların içinde bir de ümmiler (okur-yazar olmayanlar) var ki, kitabı bilmezler; bütün bildikleri birtakım kuruntulardır." Ayette geçen "ümmî" kelimesi, okur-yazar olmayan demektir. "Anne" anlamındaki "ümm"e mensupluğu ifade eder.

Çünkü analık duygusallığı ve şefkati; çocuğu öğretmene gönderip onu

eğitmesine elvermemiş dolayısıyla çocuk anasının verdiği eğitimle yetinmek durumunda kalmıştır. Ayetin orijinal metninde geçen "emaniyy" kelimesi

ise, "umniyye" kelimesinin çoğuludur; "yalanlar, asılsız kuruntular"

demektir. Bundan çıkan sonuca göre, Yahudiler, kitabı

okuyup yazan ve onu tahrif eden grupla okuma-yazma bilmeyen

ve tahrifçilerin uydurdukları yalanlardan başka kitapla ilgili olarak

herhangi bir bilgiye sahip olmayan iki gruptan oluşuyor.

 

340 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Vay hâline o kimselerin ki, kitabı elleriyle yazıp..." Ayetin orijinalinde

geçen ve "vay hâline" anlamını verdiğimiz "veyl" deyimi, "yok

oluş, şiddetli azap, dayanılmaz hüzün, rezil oluş ve insanın şiddetle

kaçındığı her türlü onur kırıcı alçalış anlamını ifade eder. "elİştira"

ise "satmak" demektir.

 

"Ellerinin yazdığından ötürü vay hâline onların; kazandıklarından ötürü vay hâline onların!" İfadedeki "onlar" zamiri ya tüm

İsrailoğullarına ya da sadece "kitabı tahrir' işinde fiilen katkısı

bulunanlara dönüktür. Bunların her birine göre çıkan sonuç da

değişir. Birinci ihtimale göre, onlardan okuma-yazma bilmeyenler

de "veyl"in kapsamına girerler.

 

"Hayır, kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa,

işte onlar ateş halkıdırlar, orada ebedi kalacaklardır." Suç (veya orijinal ifadede geçtiği şekliyle ("hata") günah kazanmaktan kaynaklanan

psikolojik bir durumdur. Suçun insanı kuşatmasının "günah

kazanma" olayından sonra söz konusu edilmesi bu yüzdendir. İnsanın

suç ve hata tarafından kuşatılmış olması durumu, kurtuluşa

giden tüm yolların kesilmesini doğurur. Suç tarafından kuşatıldığı

için, hidayet, bu adama doğru yol bulamazmış gibi. Şu hâlde bu

adam ateş halkıdır, orada sonsuza dek kalacaktır. Eğer kalbinde

imandan bir şey kalmış olsaydı veya insaf ve gerçek karşısında

boyun eğme gibi hakkı reddetmeyen huy ve melekelere sahip bulunsaydı,

bu durumda hidayet ve mutluluk ona doğru yol bulabilirdi.

Şu hâlde, "suç tarafından kuşatılma" olayı ancak Allah'a ortak

koşma söz konusu olursa gerçekleşir. Nitekim yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan

başkasını dilediği kimse için bağışlar." (Nisâ, 48) Diğer bir yaklaşımla

suç tarafından kuşatılma, ancak küfür ve Allah'ın ayetlerini

yalanlama söz konusu olursa gerçekleşir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidirler,

onlar orada ebedî kalacaklardır." (Bakara, 39) Şu hâlde, "günah

kazanma ve suç tarafından kuşatılma" deyimi ateşte sonsuza dek

kalmayı gerektirici sebebi anlatan bir ifadedir.

Bil ki, bu iki ayet içerik olarak, "Şüphesiz müminler, Yahudiler,

Hıristiyanlar ve Sabiiler..." ayetine yakın anlamlar içermektedir.

Aradaki tek fark şudur: Bu iki ayet, yani "Kim bir günah kazanır..."

 

Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 341

 

ifadesi, mutluluğun temel taşının gerçek iman ve salih amel olduğunu,

bu hususta iddiaların bir yarar sağlamayacağını açıklama

amacına yöneliktir. "Şüphesiz müminler ve..." diye başlayan ayetler

ise, mutluluğun temel taşının gerçek iman ve salih amel olduğunu,

bu hususta isimlerin bir yarar sağlamayacağını açıklama

amacına yöneliktir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "İman edenlerle karşılaştıkları

zaman" ifadesi ile ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir:

"Yahudiler arasında bir grup vardı ki, inatçı değillerdi ve

gerçek karşısında ayak diretmezlerdi. Müslümanlarla karşılaştıkları

zaman, Tevrat'ta yer alan Hz. Muhammed'in kimi niteliklerinden

söz ederlerdi. Yahudi toplumunun ileri gelenleri, bu tür açıklamalarda

bulunmalarını yasaklayarak, Hz. Muhammed'in (a.s)

Tevrat'ta yer alan sıfatlarından onlara söz etmeyin, yoksa

Rabbinizin huzurunda verdiğiniz bu bilgileri aleyhinize kanıt olarak

kullanılırlar, dediler. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi."

el-Kâfi'de, "Hayır, kim bir günah kazanır da..." ayeti ile ilgili

olarak İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin şöyle

dediği belirtilir: "Emir'ül-Müminin'in velâyetini inkâr ederlerse,

sonsuza dek kalmak üzere ateş ehli olurlar." [c.1, s.429, h: 82]

Ben derim ki: Buna benzer bir hadisi de Şeyh Saduk, el-Emalî

adlı eserinde Peygamber efendimize (s.a.a) dayandırarak rivayet

eder. Her iki rivayet de genel hükmün örneklerini sunma amacına

yöneliktir. Nitekim yüce Allah velâyeti güzellik, iyilik olarak nitelendirmiştir:

"De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret

istemiyorum. Ancak akrabamı sevmenizi diliyorum. Kim bir iyilik

işlerse onun iyiliğini arttırırız." (Şûrâ, 23)

Bu rivayetlerde, Mâide suresinin ilgili ayetini ele alırken açıklayacağımız

hususun dile getirilmiş olabileceği de muhtemeldir.

Orada açıklayacağımız üzere velâyet, tevhit inancının gereği olan

amelleri yerine getirmek demektir. Bunun Hz. Ali (a.s) ile bağlantılı

olarak ele alınmasının sebebi ise, bu ümmetin içinde tevhit kapısını

ilk açanın o olmasıdır. Bununla ilgili olarak yapacağımız açıklamayı

bekleyin.

 

 

342 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

 

Bakara Sûresi / 83-88 ..........................................................

 

83- Hani İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: "Allah'tan başkasına

kulluk etmeyeceksiniz. Anaya, babaya, yakınlara, yetimlere,

yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin. Namazı

dosdoğru kılın. Zekât verin." Sonra siz, pek azınız hariç,

(hakka) sırt çevirmiş olarak döndünüz.

 

Bakara Sûresi / 83-88 ......................................................... 343

 

84- Hani sizden "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz; kendinizi

yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız." diye söz almıştık. Sonra siz de

bunu ikrâr ettiniz ve buna tanıklık ediyorsunuz.

 

85- Sonra da sizler, o kişilersiniz ki, kendinizi (birbirinizi) öldürüyorsunuz. Bir bölüğünüzü yerinden yurdundan çıkarıyorsunuz.

Onlara karşı, kötülükte ve düşmanlıkta bulunmak üzere yardımlaşıyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu hâlde, (hem çıkarıyor, hem de) size esirler olarak geldiklerinde, fidye verip onları düşmandan kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların kazancı, dünya hayatında ancak horluktan ibaret, kıyamet

günüyse onlar daha çetin bir azaba atılırlar. Allah, yaptıklarınızdan

gafil değildir.

 

86- Onlar, ahireti dünya yaşayışına satmış kimselerdir. Onların

ne azabı hafifletilir, ne de onlara yardım edilir.

 

87- Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik, onun arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve onu Ruh'ul-Kudüs'le destekledik. Ne zaman bir peygamber size

canlarınızın istemediği bir şey getirdiyse, onlardan bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.

 

88- Dediler ki, "Kalplerimiz perdelidir." Hayır, küfürleri yüzünden

Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onun için çok azı

inanır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Hani biz İsrailoğullarından şöyle söz almıştık..." Olağanüstü bir ifade

tarzı ile önce üçüncü şahıs kipiyle söze başlanıyor. Daha sonra,

"sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz" diyerek hitap ikinci

şahsa yöneltiliyor. Ayrıca, ayet-i kerime başlangıçta yapılan ahdi

hatırlatıyor. Söz konusu olan, tamamen sözlü bir antlaşmadır. Ardından

üzerinde anlaşılan, söz alınan hususları sıralıyor ve haber

kipi ile konuya giriyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz."

İnşâ kipi ile de tamamlıyor: "İnsanlara güzel söz söyleyin."

Bu tür bir ifade tarzına başvurulmasının sebebi, ayetlerin İsrail-

oğullarına ilişkin kimi durumları yansıtmaları olsa gerektir. İfade

 

344 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

önce hitap şeklinde başlıyor. Çünkü bu tür bir ifade tarzı azarlama

ve serzenişte bulunma anlamını da ifade eder. Ayetlerin akışı bu

tür bir hitap şeklinde sürüyor. Daha sonra, Bakara kıssasının ardından,

bizim de işaret ettiğimiz bir gerekçeden dolayı bu ayete

gelene kadar hitap tarzı üçüncü şahıs kipi şeklinde bir değişikliğe

uğruyor.

 

Burada da üçüncü şahıs kipi ile söze başlanıyor; ancak sözlü

olarak gerçekleştirilen ahitleşmenin anlatımına geçilince, ifade hitap

şeklini alıyor. Şöyle deniyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz..."

 

Burada haber verme tarzında bir yasaklama türü

söz konusudur. Bu tür bir ifade tarzının seçilmiş olması da konuya

verilen önemi vurgulama amacına yöneliktir. Sanki yasaklayıcı,

yasakladığı hususa dışarıda eksiksiz uyulacağından en ufak bir

kuşku duymamaktadır. Söz vermek suretiyle yükümlülük altına

giren şahsın ileride bu yasağa uyacağı, söz konusu fiili gerçekleştirmeyeceği hususunda bir endişe duymamaktadır. "Anayababaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz." ifadesinde de aynı şey söz konusudur. Bütün bunlar, haber niteliğinde

emirlerdir.

 

Bunun yanı sıra, olayın anlatımından önce üçüncü şahısla ilgili

ifade tarzından ikinci şahsa hitap tarzına geçiş yapılmış olması,

konunun özüne dokunulmasına imkân sağlıyor. Böylece, "Namazı

kılacaksınız, zekât vereceksiniz" dedikten sonra, "sonra siz döndünüz."

denince, arada bir kopukluk söz konusu olmuyor. Böylece

ayetlerin akışında bir ahenk sağlanıyor.

 

"Anaya, babaya iyilik..." ifadesi, ya emirdir ya da emir hükmünde

haberdir. Bu durumda ifadenin açıklaması ya şöyle olur:

"Anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara, iyilik ediniz." Ya

da şöyle olur: "Anaya-babaya... iyilik edeceksiniz." İyilik edilecek

gruplar önem derecesine göre sıralanmışlardır. Çünkü insanın

kendi akrabaları başkasına göre kendisine daha yakındır. İnsanın

ana-babası ise, varoluş ağacının dayandığı ve üzerinde boy attığı

temeldir. Bu yüzden tüm akrabalar içinde insana en yakın olanlar

onlardır. Akraba dışı gruplarda ise, iyiliğe en fazla lâyık olanlar yetimlerdir.

 

Yoksullara göre, daha çok hak sahibidirler. Çünkü küçüktürler

ve bakımlarını üstlenecek kimseleri yoktur.

 

Bakara Sûresi / 83-88 .................................................... 345

 

"Yetimler" ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir hususa dikkat çekmek

istiyoruz: "Yetim", babası ölen çocuğa denir. Anası ölene ise

"yetim" denmez. Bazıları, "İnsanoğlu açısından 'yetim', babası ölen

çocuktur. Hayvanlar açısından ise, anası ölen yavruya 'yetim'

denir." demişlerdir. "Mesakîn" ise, "miskîn"in çoğuludur ve hiçbir

şeyi bulunmayan, düşkün yoksul demektir.

 

Ayetin orijinalinde geçen "hüsnen" ifadesi, mübalağa amaçlı

sıfat anlamında mastardır. Diğer bazı okuyuş tarzlarında bu ifade,

"hasenen" şeklinde okunmuştur. Bu durumda ise, sıfat-ı

müşebbehe olur ve "insanlara güzel söz söyleyin" anlamını ifade

eder. Bu da kâfir olsun, mümin olsun tüm insanlarla iyi ilişkiler içinde

olmayı öngörür. İnsanlarla iyi ilişkiler içinde olmak, savaşa

ilişkin hükümle çelişen bir durum değildir. Yani "savaş" ayetinin

bu emri neshetmiş olması söz konusu değildir. Çünkü bunların her

birinin kendine özgü yeri vardır. Onun için savaş emri, iyi ilişkiler

içinde olma emriyle çelişmez. Nitekim terbiye etme amacına yönelik

sert söz de "iyi geçinme" ilkesi ile çelişmez.

 

"Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz. " ifadesi, "Allah'tan başkasına

kulluk ermeyeceksiniz" ifadesinde olduğu gibi inşâ tarzından

haberdir. Ayetin orijinalinde geçen "tesfikûne" fiilinin kökü olan

"es-sefk" kelimesi, "dökmek" demektir.

 

"Onlara karşı yardımlaşıyorsunuz." İfadenin orijinalinde geçen fiille

bir kökten olan "muzahara" kelimesi, yardımlaşma demektir ve

"zahîr" de yardım eden, arka çıkan demektir. Bu kelimenin kökü

"sırt, arka" anlamında "zahr"dır. Çünkü yardım insanın arkasından

gelir.

 

"Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu hâlde." İfadenin

orijinalinde geçen "huve" zamiri, anlatma ve durum bildirmeye

dönüktür. Tıpkı İhlâs suresinde yer alan "Kul huvellahu a-had" ayetinde

olduğu gibi.

 

"Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Yani fidye alma ile yurtlarından çıkarma durumlarının arasında ne fark vardır? Her ikisi de kitapta yer aldığı hâlde, neden

fidyeye ilişkin hükmü uyguluyorsunuz da, insanları yurtlarından çıkarmaya ilişkin hükmü kulak ardı ediyorsunuz? Yoksa siz kitabın

bir kısmına inanıyor, bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz?

 

346 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Onun arkasından peygamberler gönderdik." İfadenin orijinalinde

yer alan "kaffeyna" fiilinin mastarı olan "takfiye" kelimesi, ardışık

olarak getirme, birini diğerinin peşinden gönderme demektir.

 

"Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik." Al-i İmrân suresinin

ilgili ayetinde bu hususa ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

 

"Kalplerimiz perdelidir, dediler." Ayetin orijinalinde geçen "ğulf"

kelimesi, "eğlef" kelimesinin çoğuludur ve "ğilâf" kökünden gelir.

Yani "kalplerimiz perdelerin, örtülerin ve sargıların altında korumaya

alınmıştır." Bu ifade şu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Dediler

ki: Bizi çağırdığın şeye kalplerimiz örtüler içindedir." (Fussilet,

5) Bu ifade, söz konusu mesajı o kalplerin duymasının imkânsızlığından

kinaye olarak kullanılmıştır.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi'de, "İnsanlara güzel söz söyleyin." ifadesiyle ilgili olarak

İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Sizin

hakkınızda söylenmesini istediğiniz en güzel sözü söyleyin insanlara."

[c.2, s.165, h: 10]

 

Yine el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir: "İnsanlara sadece hayır söz söyleyin ve ne dediğinizi bilmedikçe konuşmayın."

[c.2, s.164, h: 9]

 

el-Meanî'de İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Size söylenmesini

istediğiniz en güzel şeyi söyleyin insanlara. Çünkü yüce

Al-lah müminlere karşı ağzı bozuk olanları, onlara sürekli lânet

okuyanları, onları sözleriyle incitenleri, hayâsızları, hayâsızlığı yaygınlaştıranları ve ihtiyaçları için başkalarına ağız açanları sevmez.

Buna karşılık hayalıları, güçleri yettiği hâlde sabrederek kötülüğü

olgunlukla ve iyilikle savanları, iffetlileri ve haramdan kaçanları

sever."

 

Ben derim ki: Buna benzer bir hadis de el-Kâfi'de başka bir

kanaldan İmam Sadık'a (a.s) dayandırılarak rivayet edilmiştir.

Ayyaşî de aynısını İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. el-Kâfi'de

ikinci hadisin benzeri bir diğer hadis de İmam Sadık'tan (a.s) rivayet

edilir. Üçüncü hadisin bir benzerini de Ayyaşî İmam Bâkır'dan

(a.s) rivayet eder. Bu anlamlar, güzel sözün, söyleyen ve söylene-

 

Bakara Sûresi / 83-88 .................................................... 347

 

ceği zaman ve mekân açısından mutlak bırakılışından anlaşılmış

olabilir.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir:

"Yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a) beş kılıçla göndermiştir. Bunlardan

biri de zimmet ehlinin aleyhinedir. Yüce Allah, 'İnsanlara

güzel söz söyleyin.' buyuruyor. Bu ayet zimmet ehli hakkında indi.

Sonra bir başka ayetle neshedildi. Şu ayetle: Allah'a ve ahiret gününe

inanmayanlarla savaşınız." [c.1, s.48, h: 66]

 

Ben derim ki: İmamın bu ifadesi, "söz" kelimesinin bir başka

açıdan mutlak olduğu esasına dayanır. Bu açıdan kelime konuşmayı

ve her türlü yaklaşımı kapsamına alır. "Ona ancak güzel söz

ve hayır söyle" denildiği zaman, "Ona hayırdan ve güzellikten başka

bir şey sunma. Ona sadece hayır ve iyilik dokundur." anlamı

kastedilir. Ancak bunun için de, İmamın sözündeki neshin özel anlamda

kullanılmış olması gerekir. Fakat bu ifadenin genel anlamda

kullanılmış olması da mümkündür. Yüce Allah'ın şu sözünde

olduğu gibi: "Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayeti

neshetmez veya unutturmayız." (Bakara, 106) Aslında "nesh"in

böyle genel anlamda kullanılması İmamların (a.s) sözlerinde çokça

yer alır. Şu hâlde, bu ayetle savaş ayeti birbirleriyle kesişmemektedir.

 

348 ........................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 89-93 ....................................................

 

89- Ne zaman ki, onlara Allah katından yanlarında bulunan

Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap geldi, daha önce kâfirlere karşı zafer

isteyip dururlarken, o bildikleri kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.

Artık Allah'ın lâneti inkârcıların üzerine olsun.

 

90- Allah'ın, kullarından dilediğine kendi fazlından (vahiy) indirmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini inkâr ederek kendilerini ne alçak şeye sattılar. Böylelikle gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için alçaltıcı bir azap var.

 

91- Onlara, "Allah'ın indirdiğine inanın." denince, "Biz, bize indirilene inanırız." derler ve ötesini inkâr ederler. Oysa, o, yanlarındakini doğrulayıcı olarak gelen hak kitaptır. De ki: "Gerçekten inanıyor idiyseniz, peki neden daha önce peygamberleri

 

Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 349

 

öldürüyordunuz?"

 

92- Andolsun ki Musa, size açık deliller getirmişti. Sonra onun

ardından zalimler olarak buzağıyı tanrı edindiniz.

 

93- Hatırlayın ki, sizden kesin söz almıştık, Tur Dağı'nı üstünüze

yüceltmiştik. "Size verdiğimizi azimle tutun, dinleyin." demiştik.

Onlar da "İşittik ve isyan ettik." dediler. İnkârları yüzünden kalplerine buzağı sevgisi içirildi (yerleştirildi). De ki: "Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!"

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Ne zaman ki, onlara Allah katından... bir kitap geldi." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla "kitap"tan maksat Kur'ân-ı Kerim'-

dir.

 

"Daha önce kâfirlere karşı zafer isteyip dururlarken." Arap kökenli

kâfirlerin kendilerine yönelik saldırıları karşısında, Peygamberin

görevlendirilişi ve hicret edişi ile bir zafer beklentisi içindeydiler.

Bu zafer beklentisi, hicret öncesinde onlar tarafından sıkça dile

getirilirdi. Arap kâfirleri bile bunu bilmekteydiler. Sürekliliği ifade

eden "idi"li fiil ("yesteftihûne=zafer istiyorlardı) kullanılmasından

bu anlaşılıyor. "O bildikleri kendilerine gelince..." Yani, ellerindeki

kitapta sıfatları anlatılan peygamberin o olduğunu bildikleri, sıfatların

ona tıpatıp uyduğunu gördükleri hâlde, onun peygamberliğini

inkâr ettiler.

 

"Kendilerini ne alçak şeye sattılar." ifadesi bildikleri hâlde kâfir

olmalarının sebebini açıklama amacına yöneliktir. Buna göre, inkârlarının

tek sebebi çekememezlik ve kıskançlıktır.

 

"Çekemezlikten" anlamını ifade eden "bağyen" kelimesi, türü bildiren

mef'ulü mutlaktır. "Allah'ın vahiy indirmesini..." ifadesi de

bu mef'ul ile ilgilidir. "Gazap üstüne gazaba uğradılar." Yani gazaba

uğramış olarak döndüler. Ya da daha önce Tevrat'ı inkâr etmelerinden

dolayı uğradıkları gazaba ek olarak bu sefer de Kur'ân'ı

inkâr etmelerinden dolayı gazaba uğradılar.

 

Bundan çıkan sonuca göre, Yahudiler Peygamberimizin (s.a.a)

gön-derilişinden ve hicret edişinden önce ona destekçiydiler ve

 

350 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

onunla, ona indirilecek kitapla zafer umuyorlardı. Ama ne zaman

ki Hz. Peygamber onların yurtlarına konuk oldu ve kendisine

Kur'ân inmeye başladı ve onlar da bunun kendisinin gelişi ile zafer

istedikleri, gelişinin beklentisi içinde oldukları peygamber olduğunu

iyice anladılar, o zaman içlerinde kıskançlık duygusu depreşmeye

başladı, büyüklük kompleksine kapıldılar. Dolayısıyla sık sık

sözünü ettikleri gerçeği inkâr ettiler, daha önce Tevrat'ı inkâr ettikleri

gibi Kur'ân'ı da reddettiler. Küfür üstüne küfür kazandılar.

 

"Ötesini inkâr ederler." Yani Tevrat'tan sonra indirilen kitaplara

inanmadıklarını açıkça ifade ederler. Yoksa onlar kendilerine indirilmiş

bulunan Tevrat'a da inanmazlar; ama bunu açığa vurmazlar.

 

"De ki: Gerçekten inanıyor idiyseniz, peki neden daha önce peygamberleri öldürüyordunuz?" İfadenin orijinalinde geçen "fe-lime"

kelimesinin başındaki "fa" bağlacı, sonuçlandırmayı ifade eder.

Dolayısıyla bu soru "bize indirilene inanırız" şeklindeki sözlerinin

gerektirdiği bir sorudur. Yani: Eğer sizin "bize indirilene inanırız"

şeklindeki sözünüz doğru ise, gerçeği ifade ediyorsa, peki neden

Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz? Niçin Buzağıyı tanrı edinerek

Hz. Musa'yı inkâr ettiniz? Neden sizden söz alınırken ve dağ üstünüze

kaldırılmışken "İşittik ve isyan ettik." dediniz?

 

"İnkârları yüzünden kalplerine buzağı (sevgisi) içirildi." İçirilmekten

maksat, benimsetmektir, özümsetmektir. Buzağıdan da maksat,

buzağı sevgisidir. Durumlarının vahametini gözler önüne ser-mek

amacı ile böyle bir değişikliğe gidilmiştir. Sanki bizzat buzağı onlara

içirilmiştir. "Fî kulûbihim=kalpleriniz" ifadesi de "el-icl=buza-ğı"

ile ilgilidir. Şu hâlde bu ifadede iki tane istiare sanatı örneği vardır.

Ya da bir istiare sanatı bir de mecaz sanatı örneği vardır.

 

"De ki... size ne kötü şey emrediyor!" Bu, peygamberleri öldürüşleri,

Musa'yı inkâr edişleri ve isyan ettiklerini açıkça ifade edecek

kadar küstahlaşmışlıklarından çıkarılan alay yollu bir sonuçtur.

 

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Ne zaman ki, onlara

Allah katından, yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap

geldi..." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yahudiler

Allah'ın elçisi Muhammed'in (s.a.a) hicret edeceği yerin Ayr ve

 

Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 351

 

Uhud arası bir yer olduğunu kitaplarında okumuşlardı. Bu yeri

bulmak için yola çıktılar. Yolda Hadad denilen bir dağa rastladılar.

Hadad ile Uhud fark etmez diyerek orada birbirlerinden ayrıldılar.

Bir kısmı Teyma bölgesine, bir kısmı Fedek bölgesine, bir kısmı da

Hayber bölgesine yerleşti. Teyma bölgesine yerleşenler bir süre

sonra akrabalarını özlemeye başladılar. Bir gün Kaysoğullarından

bir bedevî yurtlarından geçerken develerini kiraladılar. Bedevî, 'Sizi

Ayr ve Uhud arasındaki bölgeye götürürüm.' dedi. Dediler ki: 'Oraya

vardığın zaman bize haber ver.' Adam onları Medine topraklarına

getirdiği zaman, 'Şu gördüğünüz Ayr, şu da Uhut'tur.' dedi.

Yahudiler, develerden inip ona, 'Biz amacımıza ulaştık. Artık senin

develerine ihtiyacımız kalmadı. Dilediğin yere gidebilirsin.' dediler."

"Ardından Fedek ve Hayber'deki akrabalarına, 'Biz aradığımız

yeri bulduk, bizim yanımıza gelin.' diye haber saldılar. Onlar da,

'Biz buraya yerleştik, mal-mülk sahibi olduk. Ama beklediğimiz olay

gerçekleşirse hemen yanınıza koşarız.' diye cevap verdiler.

Böylece Yahudiler Medine topraklarına yerleşip büyük bir zenginliğe

kavuştular. Bu durumu Tubba haber aldı ve onlara saldırdı.

Yahudiler savunmaya geçerek evlerine kapandılar. Tubba onları

kuşatma altına aldı. Sonra onlara güvence verdi. Bunun üzerine

Yahudiler onun yanına geldiler. Tubba, 'Beldeniz hoşuma gitti. Buraya

yerleşmeden edemeyeceğim.' dedi. Yahudiler, 'Burası senin

olamaz. Çünkü burası bir peygamberin hicret yurdudur. Peygamber

buraya hicret edene kadar burası hiç kimsenin olamaz.' dediler.

Tubba, 'Ben aranızda ailemden, o peygamber çıkınca kendisine

yardım edecek, destek olacak kimseler bırakacağım.' dedi. İşte,

Evs ve Hazrec kabileleri ondan sonra sahneye çıkmışlardır. Bu

kabileler çoğalınca, Yahudilerin mallarına el koymaya başladılar.

Bunun üzerine Yahudiler onlara, 'Muhammed (s.a.a) gönderildiği

zaman sizi yurdumuzdan çıkarıp mallarımızı sizden alacağız.'

diyorlardı. Ama Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlikle görevlendirilince

(Evs ve Hazrec'den müteşekkil) Ensar ona inandı, Yahudiler

ise, onun peygamberliğini inkâr ettiler. İşte yüce Allah'ın şu sözü

buna işaret etmektedir: Daha önce kâfirlere karşı zafer isteyip

duruyorlardı." [Tef-sir'ul-Ayyâşî, c.1, s.49, h: 69]

 

352 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i İshak, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir,

İbn-i Ebu Hâtem ve Ebu Nuaym (ed-Delail'de) İbn-i Abbas'a dayanarak

şu bilgileri aktarırlar: "Peygamberimizin gönderilişinden

önce Yahudiler Evs ve Hazrec kabilelerine karşı onunla zafer isterlerdi.

Yüce Allah onu Araplar arasından gönderince de onu reddettiler

ve daha önce onunla ilgili olarak sarf ettikleri olumlu sözleri

inkâr ettiler. Bunun üzerine Muâz b. Cebel, Bişr b. Ebu'l-Bera

ve Davud b. Seleme onlara, 'Ey Yahudi topluluğu Allah'tan korkun

ve Müslüman olun. Biz şirk içinde yaşarken sizler bize karşı Hz.

Muhammed'le (s.a.a) zafer istiyordunuz. Onun gönderileceğini bize

haber veriyor, sıfatlarını birer birer sayıyordunuz.' dediler. Bunun

üzerine Nazıroğullarından Selâm b. Müşkem şöyle dedi: 'O bize

bildiğimiz bir şey getirmiş değildir. Bizim size anlattığımız peygamber

de o değildir.' Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:

Ne zaman ki, onlara Allah katından..."

 

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde belirtildiğine göre, Ebu Nuaym

ed-Delail'inde Ata ve Dahhak kanalı ile İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini

bildirir: "Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilişinden önce

Kurayza ve Nazır oğullarından Yahudiler Allah'tan zafer istiyor, kâfirlere

karşı şöyle beddua ediyorlardı: 'Rabbimiz, Ümmî Peygamberin

hakkı için senden yardım istiyoruz. Eğer onlara karşı bize

yardım etmezsen, bize üstünlük sağlarlar.' Ama tanıdıkları zat -

yani Hz. Muhammed- kendilerine gelince, onun beklenen peygamber

olduğundan kuşku etmediler. Buna rağmen onu inkâr ettiler."

Ben derim ki: Bu anlamları ifade eden rivayetler başka kanallardan

da aktarılmıştır. Bazı tefsir bilginleri, sonuncu rivayet ve

benzerlerine işaret ettikten sonra şöyle demişlerdir: "Bu rivayet

senet bakımından zayıf ve aktarılan diğer rivayetlere muhalif olmasının

yanı sıra anlam bakımından da doğru değildir. Çünkü

Peygamberin şahsı -bazı rivayetlerde de hakkı için- yardım istemek

meşru değildir. Çünkü hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur

ki, bu hak adına Allah'a dua edilsin."

 

Bu yorum, hak ve yemin kavramlarının üzerinde gereği gibi

durup düşünmemekten kaynaklanan bir yanılgıdır. Şöyle ki: Yemin,

bir inşâ veya haberin saygın ve onurlu bir şeyin saygınlığı ve

 

Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 353

 

onuruyla bağlantılı olarak ifade edilmesidir. Dolayısıyla sözel nispetin

geçersizliği, yemin edilen şeyin saygınlığının ve onurunun

geçersizliğine yol açar. Eğer söz bir haber ise, doğru olmadığının

ortaya çıkması ve eğer emir ve yasak niteliğinde bir açıklama (inşâ)

ise, bunlara uyulmaması ile, yemin edilen şey değer kaybına

uğrar.

 

Söz gelimi, "Ömrüme andolsun ki, Zeyd ayaktadır." dediğin

zaman sözünün doğruluğunu ömrünün ve hayatının onurluluğuna

bağlı kılmış, bununla kayıtlamış olursun. Eğer sözün yalan çıkarsa,

ömrün onurunu yitirmiş olur. Aynı şekilde, "Hayatıma andolsun ki,

şöyle yap" veya "Sana hayatım üzerine yemin ediyorum ki, şöyle

yapacaksın." dediğin zaman verdiğin emri hayatının onuru ile kayıtlamış

olursun. Eğer muhatabın senin emrine uymayacak olursa

hayatının onurunu ve ömrünün değerini yok etmiş olur.

Bundan çıkan sonuca göre: Öncelikle; edebiyatçıların da belirttikleri

gibi, bir ifadedeki en yüksek düzeyli vurgulama yöntemi

yemindir.

 

İkincisi: Üzerinde yemin edilen şey, yemine konu olan şeyden

onursal olarak daha üstün olmalıdır. Bir sözü onur ve saygınlık

bakımından daha aşağı düzeyde olan bir şeyle pekiştirmenin bir

anlamı olmaz. Yüce Allah kitabında kendi adına ve sıfatına yemin

etmiştir. "Rabbimiz Allah'a andolsun.", "Rabbine andolsun ki, kesinlikle

onları sorgulayacağız.", "İzzetine andolsun ki, muhakkak

onları azdıracağım." gibi. Bunun yanı sıra peygamberine, meleklerine

ve kitaplarına yemin etmiştir. Gök, yer, güneş, ay, yıldızlar,

gece, gündüz, gün, dağlar, denizler, şehirler, insan, ağaç, incir ve

zeytin gibi yaratıklar adına yemin içmiştir.

 

Bunun sebebi, bunların yüce Allah'ın onurlandırması ve saygın

kılmasıyla gerçek bir saygınlığa ve onura sahip olmalarından başka

bir şey değildir. Bunların her biri yüce Allah'ın mukaddes sıfatlarından

birinin özelliklerini taşır. O'nun yüce zatının saygınlığının

veya O'nun kutsal fiillerinin işaretlerini, izlerini yansıtır. Her onurlu

O'nun zatının onuru ile onurludur. Öyleyse, içimizden dua eden

herhangi biri, yüce Allah'tan bir şey istediği zaman yüce Allah'ın

onurlandırdığı ve üzerlerine yemin ettiği bu yaratıklardan birinin

adı ile istemesine engel olacak ne vardır? Resulullah'ı bu genel

 

354 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

hükmün dışına çıkaran, onu isimlerine yemin edilenler cümlesinden

istisna eden, o söz konusu olunca işi zorlaştıran gerekçe nedir?

Ömrüme andolsun ki, Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a) kesinlikle

Allah katında Irak incirinden veya Şam zeytininden daha alt

bir düzeyde değildir. Ulu Allah onun saygı değer kişiliğine şöyle

yemin etmiştir: "Ömrüne andolsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde

bocalıyorlardı." (Hicr, 72)

 

Şimdi gelelim "Peygamberin hakkı için Allah'tan bir şey

istenmez" şeklindeki değerlendirmeye: Batılın karşıtı olan "hak"

kavramı, zihnin dışında sabit olan gerçeği, sırf dışta sabit olan bir

gerçek olması açısından ifade eder. Yer ve insan gibi. Kendi sınırları

içinde sabit olan her şeye de "hak" denir. Malî ve sosyal haklar

gibi. Çünkü bunlar toplumun nazarında sabit şeylerdir. Kur'ân-ı Kerim

gerek varoluş ve gerekse yasama ile ilgili olarak yüce Allah'ın

gerçekleştirdikleri, sabitleştirdiklerinin dışında hak olduğu ileri sürülen

her şeyi batıl ve geçersiz olarak nitelendirmiştir. Şu hâlde

yasama alanında ve dinî toplumlarda hak olan, sadece yüce Allah-

'ın hak kıldığı şeylerdir. Mali haklar, kardeşlik hakları ve anababanın

evlatları üzerindeki hakları gibi. Yüce Allah hiç kimsenin

hükmünün etkisinde değildir; Hiçbir kimse yüce Allah'ı bir şey

yapma durumunda bırakamaz. Nitekim, Mutezile ekolünün bazı

kanıtlamalarından bu yönde eğilimler sezinlemek mümkündür.

Ancak hukuk dilinde O'nun bir şeyi kendi üzerine hak kılması

mümkündür. Böylece başkasının O'nun üzerinde bir hakkı olmuş

olur.

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Müminleri kurtarmamız

bizim üzerimizde bir haktır." (Yûnus, 103) "Gönderilen peygamber

kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Mutlaka kendilerine yardım

edilecektir. Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur."

(Saffât, 171-173)

 

Görüldüğü gibi ne tür bir yardım olacağı belli değildir ve herhangi

bir şeyle sınırlandırılmamıştır. Şu hâlde, kurtarılma müminlerin

Allah üzerindeki hakkıdır. Gönderilen peygamberlerin de Allah

üzerindeki hakları yardım görmeleridir. Yüce Allah peygamberlerini

bu şekilde onurlandırmış, onlara bu saygınlığı vermiştir. Do-

 

Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 355

 

layısıyla onlara izafe edebileceğimiz haklar vardır. Şu hâlde onların

hakkı için Allah'tan bir şey istemenin hiçbir mahzuru yoktur.

Çünkü hakkı hak kılan, hakkı onurlandıran ve onurlu olan her şeye

yemin eden O'dur.

 

Bu açıklamamızı anladığın zaman, yüce Allah'ı Peygamberine

(s.a.a) veya Peygamberinin hakkına, aynı şekilde Allah'ın tertemiz

velilerine veya onların haklarına yemine vermenin hiçbir sakıncası

olmadığını anlarsın. Çünkü yüce Allah mutluluk yolunda, bununla

ilgili her türlü yardım yöntemiyle onlara yardım etmeyi üzerine bir

hak olarak almıştır. Nitekim bunun böyle olduğunu ayetlerde gördün.

Dolayısıyla "Hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur." sözü

anlamsızdır, dayanaktan yoksundur.

 

Evet, hiç kimsenin Allah üzerinde kendi etkisi ile gerektirdiği,

kesinleştirdiği bir hakkı olamaz. Yani Allah başkasının verdiği hükümle

yönlendirilemez. Bir başkası O'nu bir şeye zorlayamaz. Bu

konuda kimsenin söyleyecek bir sözü de yoktur. Hiç kimse bir

başkasının Allah'a dikte ettirdiği bir hak ile O'na dua edemez. Aksine,

ancak O'nun bozulmaz vaadi ile üzerine aldığı hak adına O'-

na dua edilebilir.

 

 

 

http://ahlalbaytlibrary.tripod.com http://ehlibeytkutuphanesi.tripod.com